February 10, 2011

Kurtlar Vadisi Filistin ya da: Derin Devletin Sinematografik Aygıtları




Kıvanç Özcan
(altyazı, mart 2011)

Üzerine yazılıp çizilenlere ve sanal ortamdaki tartışmalara bakılırsa geçtiğimiz Ocak ayında gösterime giren Kurtlar Vadisi Filistin, memleket ahalisinin Orta Doğu algısını ‘zenginleştirmiş’ görünüyor. Bu ve benzeri filmlerle yapımcıların gündeme dair kolay tüketilen ajitatif ürünleri piyasa sürüp ceplerini doldurduklarına dair bir çok şey yazıldı. Filmin anti-semitizmi beslediği ve toplumlar arasında düşmanlık tohumları attığına dair yazıları da okumak mümkün. Filmi izledikten sonra eleştirilerin bir çoğuna katılmakla beraber eleştirilerin sadece filmin anti-semitik yaklaşımıyla sınırlanmasının eksiklik olacağını düşündüm. Bu yazı bu eksikliği tamamlamaya küçük de olsa bir katkı sağlamak amacıyla kaleme alınmıştır.

Diğer seanslardaki durum nasıldı bilmiyorum ama film başlamadan önce oturduğum yerden arka sıralara bakıp gözümle saydım. Altı kadın, yaklaşık 100 kadar da erkek izleyici vardı. Filmi beraber izlediğim arkadaşım “onlar da sevgililerinin zoruyla gelmiş gibiler zaten” demez mi.

Film İsrail Devleti’nin katliam yaparak dokuz kişiyi öldürmesiyle gündeme oturan Mavi Marmara gemisinin heybetli görüntüsüyle başlıyor ve İnsani Yardım Vakfı’nın logosuna zoom yapıp geminin içinden görüntülere geçiyor. Dua edenlerin ve örtülü kadınların yoğun olduğu görüntülerle İslami bir referansın çerçevesi çizildikten sonra bu çerçevenin içi “Barış için buradayız, şehit olacağız” gibi söz öbeklerinin aynı cümle içinde kullanılmasıyla dolduruluyor. Filmin genel akışına dair ilk ipucunu Mavi Marmara gemisinin çekimlerinde yakalamak mümkün. Film boyunca yapımcıların mesajı ilk olarak kabaca verildikten sonra bu kabalık ‘tali’ etmenlerle yumuşatılmaya çalışılıyor. Örneğin, yukarıdaki İslami çerçevenin içinde elbette başka yardımseverlere de yer var. Ama figüran (zenginlik?) olarak. Gemi kaptanının sert bir şekilde söylediği ‘rotamız Gazze limanı’, ve yolcuların ‘şehit olma’ hevesleri başka yardımseverlere bu cihat tablosunda figüran olmaktan başka bir seçenek bırakmıyor.

Mavi Marmara Gazze’ye doğru yoluna devam ederken film boyunca göreceğimiz İsrailli-Yahudi kategorizasyonu ile tanışıyoruz. Bilgisayarlar, dev ekranlar ve plazmalarla donatılmış bir labaratuvar görünümündeki askeri karargahtan emirler yağdıran komutan (Moşe) çarpıtılıp karikatürize edilen bir İsrailli (filme göre aslında Yahudi) kimliğinin temelini atıyor. Gemiye düzenlenen operasyonun katliamla sonuçlanmasının ardından filmin esas kahramanlarının (Polat, Memati, Abdülhey) izleyiciyle tanışma vakti geliyor.

İzleyicilere İsrailli askerlerin ağzından korkuyla karışık bir hayranlıkla Türklerin yetiştirdiği özel bir ekip olarak takdim edilen ama aslında kıraathanelerde ya da bar-pavyon kapılarında görebileceğimiz üç ağır abimiz Orta Doğu’daki iktidar ilişkilerinin geriliminden beslenen çarpık bir bölge algısını pekiştirmek ve yeniden üretmek üzere görevdeler.

Kahramanlarımız izleyiciyle tanıştıktan sonra filmin gerçeklikle arasına koyduğu mesafe artık daha belirgin hale geliyor. Örneğin, kahramanlarımız Kudüs’te ellerini kollarını sallayarak gezmekle kalmıyorlar, tartıştıkları İsrail askerine komutanları Moşe’yi öldürmeye geldiklerini de söylüyorlar. İsrail’de araştırma yapmış birisi olarak bunu ucuz bir komedi sahnesi olarak izlediğimi belirtmeliyim.

Filmin üzerinde yükseldiği Türkçü-İslamcı zemin kahramanlarımızın İsrail askerleriyle ilk tartışmasında bir aşağılık kompleksi olarak kendisini gösteriyor. Kudüs’ün göbeğindeki İsrail askerinin inceledikten sonra ‘anlamayarak’ sorduğu “bu hangi ülkenin pasaportu?” sorusunu Polat’ın bir “Türkiye” diyerek yanıtlayışı var ki ancak o kadar olur.

Kahramanlarımızın askerle tartışmaları Kudüs çarşısında otomatik silahların eşlik ettiği bir kovalamacaya dönüşüyor. Çarşıdaki yüzlerce insanın hayatının bir hiç uğruna tehlikeye atılması ise teferruat olarak duruyor. Teferruatın içinde dokuz ölü on yaralı var. Filmde sunulan İsrail’in Birleşmiş Milletler kararlarına pek de uymayan bir ülke olması gibi olgusal gerçekler ‘Türklerin yetiştirdiği özel ekibin” başka bir devletin topraklarında intikam amacıyla katliama kalkışmasını haklı çıkarmıyor. Ayrıca bütün film boyunca işlenen sürü halinde dolaşan Araplar görüntüsü ilk olarak bu kovalamaca sahnesinde karşımıza çıkıyor. Buna aşağıda değineceğim.

Kahramanlarımızın bu kovalamacası filmin asıl mesajını yumuşatmak için işe koşulan Amerikan vatandaşı, kadın, Yahudi, turist rehberini de alarak Filistinli Abdullah’ın dolmuşuna atlamalarıyla son bulur. Kovalamacada gözümüze sokulan şeylerden birisi de kahramanlarımızın attıklarını vuran civan delikanlılar olmaları. İsrail askerleri kahramanlarımızı onca teknolojiye, M-16’lara vs. rağmen vuramazken, bizimkiler bazen beylik tabancalarıyla bazen de ele geçirdikleri silahlarla isabet oranlarını yüzde 98’in altına düşürmüyorlar. Türk’ün tabancasının tek vuruşta becerdiğini Yahudinin makinelisi onlarca saydırmaya rağmen beceremiyor kısacası.

Dikkatli bir okumayla filmin şoförlükle şereflendirdiği Filistinli Abdullah üzerinden aslında çarpık bir Filistinli-Arap algılamasını dolaşıma soktuğunu yakalayabiliriz. Filistinli Abdullah film boyunca kahramanlarımızın ayak işlerine koşan, onların yanında çatışmalara girmek için can atan bir figür olarak sunuluyor. Başka bir deyişle kahramanlarımız Abdullah’ı kendi davasının misafiri yapıyorlar. İsraillilerin ağzından hatırlatılan ‘Araplar çok ürüyor yakında çoğunluk olacaklar’ miti ise bana nedense kahramanlarımızın pekala taşıyıcısı olabilecekleri üreme ve işgal etme ile ilgili başka bir söylemi hatırlattı. Filistinli Abdullah’a dönersek, kahramanlarımızla Abdullah arasında bir Robinson-Cuma ilişkisi kurulduğunu ileri sürebiliriz. Film boyunca kahramanlarımıza ulaşım hizmeti sağlayan Abdullah, İsrail askeri üssünden silah kaçıran Polat’ın ‘nasıl taşıyacağız bu silahları?’ sorusunun cevabı olarak bir anda ekranda gözüküveriyor. Burada küçük bir parantez açmakta fayda var, kahramanlarımızın kendi aralarında da efendi-uşak ilişkisi seziliyor. Hiyerarşik olarak fazla konuşmaması, kısa net soruları, nişancılığıyla ve yakın dövüş sanatlarını icra yeteneğiyle Polat, Memati ve Abdülhey’in hayli üstlerinde bir yerlerde konumlanıyor. Polat’ın ekipteki diğer iki elemanıyla kuruduğu ilişki nedense bana lise yıllarımda sürü düzeni ile reislerinin peşinde okul koridorlarında kabadayılık yapan ‘ülkücüleri’ hatırlattı.

Parantezi kapatıp devam edelim. Filistinli Araplara yönelik kategorileştirme ve karikatürize etme işi Abdullah’la sınırlı değil. Filistinliler filmde polis güçlerine rağmen kendilerini koruyamayan; Polat, Memati ve Abdülhey üçlüsünün yardımlarına muhtaç bir kalabalık olarak yer alıyorlar. Taş atan çocuk kalabalıkları, isabetsiz nişancılar, kuş gibi vurulup ölenler hep Filistinli. Kahramanlarımız ise Filistinlilerin beceriksizliklerini yetenekleriyle kapatmaya çalışıyorlar.

Abdullah’ın ailesi üzerinden anlatılan ama aslında kahramanlarımızın içinden fışkırdığı erkek-egemen aile yapısı da filmde öne çıkanlardan. Kahramanlarımız dışarda cenk ederken evde onları bekleyen Abdullah’ın kadın ve çocuklardan oluşan ailesi ve Amerikalı turist rehberine biraz daha yakından bakalım. Evdeki kadınlar erkek egemen bir bakıştan damıtılan rolleri yüklenmişler. Sürekli olarak yemek yapmakla, örgü örmekle ve çocuk bakmakla meşguller. Eve hakim olan bu hava Amerikalı rehbere de sirayet etmiş olacak ki kendi giysilerini değiştirip geleneksel Arap giysilerini giyiyor. Doğrusunu söylemek gerekirse bu sahnede ‘kızımızın’ şahadet getirmesini beklemedim değil. Heyhat! Arap giysilerini giymesi onu ‘gerçek bir kadın’ yapmaya yetmiyor. Çünkü filmdeki ifadesiyle o çocuklardan ve yuvadan yoksun birisi.

Filmin senaristleri Amerikan pasaportlu Yahudi rehberimizin önce ev ahalisinden Filistinli oldukları için korkmasını sağlayıp sonra ‘biz, bize düşman olanlara düşmanız Yahudilere değil’ cümlesiyle teselli etmeye çalışmışlar. Fakat nafile. Çünkü, filmde İsrail askerlerinin Filistinlilerin evlerini yıkmasını anlatırken “bunların bayramı var, o zaman yıkmaya gelmiyorlar” derkenki “bunlar” sözcüğünün toptancılığı bize başka bir şey söylüyor. Film İsrail askerlerinin dışında görünmez kıldığı Yahudilerin varlığını, çerçevesi “onlar” “bunlar” gibi genellemelerin joker kelimeleriyle çizilmiş bir alanda aşağılayarak hisettiriyor.

Filmin Filistin Devleti’nin karakterine dair nasıl bir arzu içinde olduğuna dair de bir şeyler söylemek mümkün. Kahramanlarımız çatışmadayken İsrail askerleri tarafından evi yıkılan ve yıkım sırasında hayatını kaybeden Abdullah’ın annesi ebediyete uzun bir zikir sahnesiyle uğurlanıyor. Bazı izleyiciler zikir sahnesinin anlamsızlığına vurgu yapmışlar. Buna katılmıyorum. Filmdeki “İslam barış dinidir, mazlumlar hep Müslümanlar, asırlarca İslamiyet sayesinde barış içinde yaşamışız” gibi repliklerle okunduğunda bu zikir sahnesi filmde inşa edilmeye çalışılan İslami bir Filistin algısının yapıtaşlarından birisidir.

Ağır mesaj bombardımanı şeklinde ilerleyen filmin hedefleri arasında Amerika da var. Yukarıda değindiğim Amerikan pasaportlu, kadın, Yahudi turist rehberinin İsrail askerlerinin hoyratlığından nasibini almasının ve kahramanlarımız tarafından korunup kollanmasının altında şöyle bir mesaj yatıyor olabilir mi? Efendimiz Amerika görüyorsun: Yahudi, kendi dininden olanlara bile neler yapıyor sana neler yapmaz. Efendimiz Amerika, İsrail’in yanında durma, Türkiye’nin yanında dur. Bak senin pasaportunu bile takmıyorlar. Efendimiz Amerika bizi kanatlarının altına al.

Amerika’ya yönelik olarak filmin sunduğu ikili bir algılama göze çarpıyor. Birincisi yukarıda belirttiğim ama filmde fazla belirgin olmayan efendi-uşak ilişkisi. İkincisi ise ülkemizde ulusalcı-milliyetçi paranoyaların güç motoru olan Batılıya, Batıdan gelene ajan muamelesi yapan bir algılama. Efendilerini kızdırmamak için dikkatli davranan yapımcılar Amerikan pasaportlu Yahudi rehberin ajanlığına dair şüpheyi Filistinli Abdullah’ın ağzından dolaşıma sokuyorlar.

Filmde kahramanlarımızın korumasındaki turist rehberini saymazsak İsrail askerlerinden ve kötü kapli cezaevi müdüründen başka bir Yahudi ile karşılaşmıyoruz. İsrail askerlerinin hoyratlıklarını Yahudiliğe tahvil etmek için daha kolay bir çözüm bulunamazdı değil mi?

Ancak Ortodoks Yahudilerin azınlıkta kalan bir kısmının rüyalarını süsleyebilecek İsrail’in Fırat’tan Nil’e kadar bütün toprakları Yahudileştireceğine dair hasletin filmde sanki tüm İsraillilerin benimsediği ana akım bir söylem olarak sunulmasına şaşırmamalıyız. Çünkü ırkçılar ve milliyetçiler birbirlerini en arsız, akıldışı yerlerinden tanırlar ve kendilerini de bu akıldışılığa aynı düzlemde cevap vererek yeniden üretirler.

Filmde Yahudilikle ilgili çarpıtmaların içerisine dünyanın baş belası Yahudiler mitinin sokuşturulduğunu da görüyoruz. Afrika’ya mermi satmaya çalışan asker-tüccar karışımı İsrailliler filmin bu amacına hizmet ediyorlar. Yahudilere ilişkin olarak ülkemizde yaygın olan söylemlerden birisi de Yahudilerin güvenilmezliği, herkesi sömürerek zengin oldukları, çok iyi pazarlıkçı oldukları ve para için her şeyi yapabilecekleri iddialarına dayanır. Bu söylem filmin sonlarında Polat tarafından köşeye sıkıştırılan hapishane müdürünün canını kurtarmak adına pazarlığa girişmesiyle izleyiciye hatırlatılıyor.

Alarmist bir haleti ruhiyenin baskın olduğu filmde ‘çaktırmadan’ Yahudiliğin ‘kötülüğüne’ yapıştırılmaya çalışılan görsel etiketler de dikkat çekiyor. İsrailli komutan Moşe’nin Polat tarafından vurularak bir gözünü kaybetmesi (Moşe Dayan’ı hatırlayanınız var mı?) ve artık kullanamadığı gözündeki siyah bantla kötü kapli korsan mertebesine çıkarılarak kötülüğünün pekiştirilmesini bu minvalde değerlendirebiliriz.

Moşe’nin ölmeyip (hay allah) gözünden yaralanması film boyunca Polat’la aralarında süregiden ‘kız kavgasına tutuşmuş iki delikanlının hesaplaşmasını’ andıran durumun lastik gibi uzatılması için işlevsel. (Bu satırları yazarken filmde Polat’ın “Moşe buraya gelsin” bağırışını hatırlayıp gülümsüyorum.)

Arap ve Yahudi kimliklerine ilişkin kategorizasyonlar ve karikatürleştirmelerle ilerleyen film boyunca en çok duyulan ses savaşın o sağırlaştırıcı sesi. Özellikle filmin ikinci yarısında yaklaşık yarım saat boyunca bir tek konuşmaya yer vermeden devam eden çatışma sahnelerinde kullanılan alet edavata baktığımızda (tank, helikopter, roketatar, el bombası) yapımcıların masraftan kaçınmadıklarını görüyoruz. Koyultulmuş savaş sahnelerinin esas oğlanları olan kahramanlarımızın yanında hem İsrail askerleri hem de Filistinli gençler kurşun yemek, havaya uçmak ve ölmek gibi figüratif işleri yapıyorlar.

Fakat savaş sahnelerinde cömertçe kullanılan teknoloji iyi bir film üretmeye yetmemiş. Son derece zayıf oyunculuk, niyetin ‘kötü’ zihniyetin islamo-faşist olması ile birleşince özellikle savaş sahneleri Cüneyt Arkın filmlerinin bir potpurisine benzemiş. Film, şiddetin kullanımına ilişkin olarak içe dönük ama üstü örtük bir güzelleme yapmayı da ihmal etmiyor: “Şiddet politikasının bizimle bir ilgisi yok, gerçek bir ordu bunu asla benimsemez.”

Ucuz Amerikan filmlerinde bile iyi ve kötü arasındaki mücadelede “kötü”nün biraz alan kazanmasına izin verilir sonra “iyi” onu zorlukla da olsa yener. Film böylece ortalama izleyici için heyecanlı hale getirilir. Kurtlar Vadisi Filistin’de ise “iyi” olarak gözümüze sokulanlar doymak bilmez bir atak içerisindeler.

Gerçekliği ıskalarken tereddüte düşmeyen söz konusu film milliyetçi-devletçi refleksleri ve Türk-İslam sentezinin son dönem Orta Doğu algılamasını göstermesi açısından önemli. Filmin ülkemizdeki derin devletin aslında hepimizin bildiği algılamasını ve tercihlerini ülke dışındaki coğrafyalara taşımasını da kayda geçirelim.

Filmin isminde Filistin’i görüp aldanmamak lazım. Bu filmde ne Filistin meselesine ne de meselenin Filistinliliğine ilişkin bir anlatım var. Ülkemize özgü bir milli hassasiyet inşaatına farklı kimlikler arasında hiyeararşik ilişkiler kurarak nefretli bir harç katan, bunu yaparken de gerçeklikle arasına mesafe koyarak komplo teorilerinden medet uman bu film, hem Filistin’de hem de İsrail’de barış için mücadele eden insanları bilinçli olarak yok sayıyor. Bu ve buna benzer filmlerin kışkırtmalarına karşı uyanık olmalıyız.

(Bu yazı altyazı dergisinin Mart 2011 sayısında yayımlanmıştır.)

No comments:

Kış dönümü...

Yılların ardından… bir merhaba – uzaklarda kalan kendime de! İçtenlikle...   Yazarım belki bundan böyle. Kapattığım kapılar açılır, küfleri ...