January 30, 2010

haymatlos

dugmelerini cozuyor bir sehir
ince bir su sesi
yorgun yuzlerin unuttugu sevmeler

uzaniyor usulca sehir
bir hiclige tasinirken insanlar
ben yukseliyorum

ulkesizim
dokunuyorum...

Kivanc

(Washington DC, 30 Ocak 2010)

January 24, 2010

Türkiye'ye veda...


Bir şehri bırakmak…

Veda cümlelerinin özneleri sadece gidenler nesneleri de el sallayan insanlar mıdır? İzmir’de ıslak bir Ocak akşamı Karşıyaka’nın ışıklarına bakarken aramızda huzursuzca uzanan körfeze bakarak bu sorunun cevabını verdim: Hayır!

Eski izlerin peşinde bir dedektif gibi dolaşmayı severim. Ne zaman New York’a gitsem yakın gelecekte kaybolacağı artık görünen siyah-alt-kültür etkilerini Harlem duvarlarındaki graffitilerde arar ve kendimce buradaki hayatın, insanların ve kültürün 80’lerde, 90’ların başında nasıl olduğuna dair çıkarımlar yaparım.

Ne zaman İzmir’e gitsem…. Şehrin sokaklarında hala karşımıza çıkan, arkadaş evlerine giderken kapı zillerinde bize gülümseyen Rumlar ve Yahudiler belirir gözlerimin aynasında.

Dün gece varyanttan aşağılara bakarken iç sesim bana usulca Tsiamoulis-Kalimeri’nin Lonely Land’deki şarkılarını söyledi. Gecenin karanlığında ilerleyen arabadan İzmir’e baktım son defa: Bana gülümsüyordu…


Bir ülkeyi terk etmek

Orta-uzunluktaki İsveç günlerim kaybettiğimi düşündüğüm performansımın birazını bana geri verdi. Yaptığım işlere, düşüncelerime kimsenin müdahale etmediği uzak iklimlerde kendimi daha iyi, daha özgür hissettiğimi bir kez daha görmüş oldum. Çok bilmişlerden azade ruhumun, yabancı şehirlerin arka sokaklarında dolaşmak, kütüphanelerinde saatler geçirmek, yeni insanlar tanımak, şiir yazmak ve yalnız kalmayı istemek gibi arzuları ve ihtiyaçları var ne yazık ki. Bunun için beni özleyecekler kusura bakmasınlar lütfen.

Yazılarımdan ve düşüncelerimden dolayı, benden kurtulduklarını düşünenler, gidişime sevinen ve bunu e-postalarda belirtenler; ya da DC günlerimin daha çok okuma ve yazı olduğunu bildiklerinden aylardır beni kıstırmaya çalıştıkları kapanlardan kurtulduğum için üzülenlere söyleyebileceğim tek bir şey var: Yazılarımı roketlemeye ve sinirlerinizi bozmaya büyük bir keyifle devam edeceğim, zira yazmaya ve konuşmaya engel değil mesafeler!
Hoşçakal Türkiye… Seni özleyeceğim.

Washington bavulu ve dedemin fucudin kremi

Yüzümde, hiç de umursamadığım, muhtemelen benim düzensiz sakal tıraşı rejimimin ve berberin hafif acemiliğinin ürünü olan kızarıklıklara bakarak elindeki Fucudin kremi uzatıyor dedem. Fucudin krem dedemin jokeridir, sihirli bastonudur, en iyi arkadaşlarındandır. Dizine de beline de eline de sürdüğünü görmüşümdür. Acaba bir Fucudin sürsem geçer mi yeni bir başlangıç öncesi yaşanan tedirginlik ve huzursuzluklarım?

Washington bavulumda sadece giysiler yok elbette. İncesaz ezgileri, Tezer Özlü’nün yalnızlığı ve Hayyam’ın rubaileri de DC’de benimle olacaklar.
Neyse…

Kar yağıyor İstanbul’a. Dilek Türkan’ın sesinden “Aşk Bitti” isimli şarkıyı dinliyorum.

Sabahın büyüsü sokulmuş yatağıma
Dokunsam bozulur dokunamam
Günün ilk ışığı erişir dudağıma
Ayrılık busesidir bu, vakit tamam.

Şarkının devamındaki gibi bir hüznün yüreğimi bölmesine izin vermedim. İnsanlar, sesler, gökyüzü, İstanbul… Uçağın kapısı ile merdivenin son basamağı arasındaki, ancak bir kişinin sığabileceği alanda durup arkama baktım. İstanbul’a gülümsedim ve içimdeki camlara bir cümle ansızın çarptı:

Ben kazandım!


Kıvanç
24.01.2010
İstanbul

January 19, 2010

biz hala Agos okuyoruz...



Irkcilar, derin devletin tetikcileri ve statukocular
size kotu bir haberim var!

Hrant'i vurdugunuzu dusundunuz degil mi bir an?
Onun o kaldirimda oylece gorunce kiraathane kasarlari gibi sirittiniz degil mi?
Hadi soyleyin bana: "Geberdi Ermeni" dediniz degil mi?

O zaman bu yaziyi iyi okuyun! Ve bir daha hic unutmayin:
Siz onu vurduktan sonra Hrant kalkti o tozlu Halaskargazi kaldirimindan
Benimle konustu, arkadaslarimla konustu, siz kimi ezdiyseniz, kime aba altindan sopa gosterdiyseniz
Hrant buldu onlari, tek tek konustu hepsiyle.

Hepimiz Hrant olduk. Hepimiz Ermeni olduk, Kurt olduk, Cingene olduk daha sonra
Siz kimi ezdiyseniz biz "o" olduk. Cogaldik.
Size kotu bir haberim var: Kusattik sizi!

Sonra kalemlerimizi sivrilttik, kelimelerimizi kursunlastirdik,
Ozgurlugun ve esitligin barikatlarina kostuk.
Yazilarimiz sizin giremediginiz gecekondulara girdi,
Size kotu bir haberim var: Yazilarimiz cocuklarinizin aklina girdi!

Hepimiz bu savasin kumandanlariyiz!
Simdi iyi okuyun: size cok kotu bir haberim var:
Biz hala AGOS okuyoruz!

Kivanc

January 16, 2010

Başka bir aşk mümkün...


"Başka Dilde Aşk" zafere giden yolun mucadelelerle, acilarla ve daha bir cok zorlukla dolu oldugunu; bunlara katlanabilenlerin zaferi-huzuru ve mutlulugu elde ettiklerini cok carpici bir bicimde beyaz perdeye tasiyan bir film. Bu filmin sadece bir ask filmi oldugunu soyleyen yeni yetmelere yuz vermeyelim. Cunku Baska Dilde Ask bize sadece askin degil hayatin da sirlarini fisildama iddiasinda olan bir eser.

Filmi carpici hale getiren baslica unsurlar filmin icindeki oznelerin alabildigine birbirlerinden uzak karakterlerde olmalari ya da tamamen farkli dunyalarda yasamalari. Isitme engelli Onur'un butun gununu cagri merkezinde konusarak gecirme mecburiyetinde olan Zeynep'le bir partide tanismasiyla baslayan asklari karakterler arasindaki kontrastlarin en basta gelenini bize sunuyor.

Zeynep'in hayatiyla ebeveynlerinin hayatlari arasindaki acik fark da gunumuzdeki kusak catismalarina iliskin ipuclari veriyor. Sadece sevdikleriyle birlikte olan ve rahat bir sosyal yasantisi olan Zeynep, babasina katlanmak zorunda olan annesine babasini terk etmesini ogutluyor. Fakat annesi yillarin getirdigi 'katlanma psikolojisi' tarafindan kusatilmis bir kere. Bu kusak catismasi da filmdeki kontrastlardan bir tanesi.

Zeynep'in calistigi cagri merkezindeki agir calisma kosullari kapitalizmin vahsi dislerini en pervasizca sergiledigi bir sektorun kapilarini da bize araliyor. Cagri merkezi calisanlarinin psikolojilerini dinamitleyen, zaman zaman sinirden bayilmalarina yol acan, hasta olduklarinda dinlenmelerine bile izin vermeyen ama bunun karsiliginda da onlari kole gibi calistiran bir is kolu butun ciplakligiyla dikiliyor karsimiza. Tabii ki direnisin sesi de yukseliyor. Calisanlarin isyerinde baslattiklari kucuk capli eylem yerini bir sure sonra orgutlu bir mucadeleye ve calisanlarin dayanismasina birakiyor. Cagri merkezinin patronu olan Aras hayatini ciroya, kara, kazanca ve motivasyon denilen koleligin gonullu kabulune endekslemis bir karakter. Onun sahsinda sistemin uzerindeki ortuleri birer birer soyuyoruz! Isitme engelli Onur'un sahsinda gordugumuz ise: Direnis, mucadele ve zafer. Cagri merkezi calisanlari icin guzel bir web sitesi tasarlayan ve bu siteyi tasarlarken ustune gecirdigi Che Guevara t-shirtuyle bize net bir mesaj veren Onur karakterinin izleyicilerin hayranligini kazandigini soylersek abartmis olmayiz.

Filmde mucadele eden sadece Onur degil. Zeynep de arkadaslarinin butun asagilamalarina, alaylarina ve ailesinin karsi cikmasina, hatta Onur'un annesinin suphelerine ragmen Onur'dan vazgecmiyor. Esyalarini Onur'un evine tasiyarak hayatini degistiriyor. Onur'la daha iyi anlasabilmek icin isaret dili ogreniyor.

Onur ve Zeynep baska dillere sahip olsalar da askin farkli bir dil gerektirdigini bize gosteriyorlar. Ayni zamanda farkliliklarin inatla ve mucadeleyle desteklenebilecegini de.

Baska bir ask da baska bir dunya da mumkun...

Kivanc
(17.01.10-Denizli)

January 14, 2010

Cumhuriyet'in bavuluna hepimizin ozgurlugu sigacak mi?


Bunlarin topunu oldureceksin dedi bir arkadasim. Barisi savundugum icin sen Kurt'musun diye sordu bir otekisi. Biz olmasak bunlar daglarda yasamaya devam ederlerdi diye asagiladi digeri de. Ama hic biri bu cografyanin kavruk yuzlu cocuklarinin yuzlerine bakmadilar. Cunku tarih kitaplari yazmadi hic onlari. Yok sayildilar. Unutuldular. Ama artik hayata 5-0 yenik baslayan bu cocuklari Beyaz Turk'lerin simarikliklarina ve irkcilarin vahsi ellerine birakmak istemeyenler var. Butun yurttaslarin esitce, ozgurce, kendi anadillerini konusarak yasayabilecekleri bir Turkiye hayalini gercege donusturmek icin cabalayanlar var.
Iki Dil Bir Bavul, bize dair cok sey soyluyor.

Kivanc


IKI DIL BIR CUMHURIYET


MESUT YEĞEN (Radikal 2, 25/10/2009)

Cumhuriyetin meşhur mottosudur: Cumhuriyetin ışığını taşraya öğretmen taşıyacak, Cumhuriyetin nuru taşranın karanlığına okuldan yansıyacaktır. Cumhuriyet nazarında taşra, kör bir karanlıktan ibaret olmadı elbet. Bilakis, ‘asıl taşra’ Cumhuriyetin öz mekânı olarak görüldü. İstanbul’un ve Osmanlı geçmişin gelenekselliğine ve kozmopolitliğine karşı ‘asıl taşra’, Cumhuriyetin nazarında saflığın, sahihliğin ve elbette Türklüğün mekânıydı, dolayısıyla da Cumhuriyetin yeri. Lakin, aslen sahihliğin ve Türklüğün yeri olan taşra, asırlarca din, gelenek ve yerelliğin koalisyonuna maruz kalmış olduğundan Cumhuriyetin karşısına ‘karanlık’ ve ‘tekinsiz’ bir yer olarak dikilmişti. Bu durumda, Cumhuriyet, çare yok, yerini, evini kaplamış mezkur koalisyondan kurtulacaktı. Din bilime, geleneksellik çağdaşlığa, yerellik ulusa, özcesi taşra Cumhuriyete teslim olmalıydı.
Cumhuriyet bilim, çağdaşlık ve ulusu taşraya taşıma işinde iyi kötü herkesi vazifelendirdi ama en başta öğretmeni. Cumhuriyeti taşraya öğretmen taşıyacak, öğretmen Cumhuriyetin taşradaki gözü olacaktı. Cumhuriyetin nurunu taşraya götüren misyoner olarak öğretmen hayaline edebiyat ve sinema da iştirak etti, onay verdi. Taşrayı akılla ve ulusla tanıştıran adam/kadın olarak öğretmen imgesini, edebiyat gibi sinema da çok sevdi. Çalıkuşu’nun Feride’si, Vurun Kahpeye’nin Aliye’si defalarca edebiyattan sinemaya taşındı. Aklın ve ulus fikrinin misyoneri olarak öğretmeni anlatan bu film ve romanlarda taşra aynen Cumhuriyetin hayalindeki gibiydi: Bazen sahihliğin ve ulusun yeri, bazen de akla ve ulusa yabancı, tekinsiz bir yer. Lakin, bütün bu hikâyelendirmelerde taşra farklı olsa da, öğretmen aynıydı: Aklı ve ulusu, akla ve ulusa yabancı taşraya taşımaya kararlı, enerji dolu ve idealist bir (tercihan) kadın.
Cumhuriyetin erken dönemlerinde özellikle çok sevilen bu Cumhuriyet öğretmeni imgesi zamanla canlılığını, parlaklığını yitirdi. Bozkır’daki Çekirdek (Kemal Tahir) gibi örnekler ‘tuhaf’ öğretmen resimlerine yer açarken, anaakım edebiyat ve sinema da hayatın zorlukları karşısında enerjisini ve idealizmini kaybeden öğretmenleri gösterir oldu. En son, Cumhuriyetin öğretmeninin imama yani taşraya [mahalleye] yenildiği bile konuşulur oldu. Zaman, ‘aklın ve ulusun misyoneri, idealist öğretmen’ imajının yalnızlığına son vermiş oldu.
Aklın ve ulusun misyoneri öğretmen imajı durup dururken parlaklığını yitirmedi elbet, hayat sebep oldu. Hayat, Cumhuriyetin, tahayyül etme tekeline, tanımlama iktidarına son verdi. Cumhuriyet, taşrayı tahayyül etmeye devam etti etmesine, ama taşra da zamanla Cumhuriyeti tahayyül edecek güce erişti. Taşra, Cumhuriyetin taşra tahayyülünün karşısına, kendisinin Cumhuriyet tahayyülüyle dikildi. Aklın, bilimin misyoneri idealist öğretmen imajı yalnızlıktan böyle kurtuldu. Cumhuriyet taşranın geleneğini böyle böyle tanıdı.

İki Dil Bir Bavul

Cumhuriyetin taşranın geleneğiyle çatışma ve uzlaşma hikâyesi hem edebiyatla hem sinemayla çokça anlatılmasına karşın, taşranın yerelliğiyle Cumhuriyet arasındaki karşılaşma, bu gerilim pek konu edilmedi. Yönetmenliğini Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan’ın yaptığı İki Dil Bir Bavul bu karşılaşmanın, bu gerilimin de artık sinemanın ve edebiyatın anlatı menziline girdiğini gösteriyor.
İki Dil Bir Bavul taşranın yerelliğiyle Cumhuriyet arasındaki gerilimi, en merkezi yerinden, Cumhuriyetin diliyle (Türkçe) yerelin dili (Kürtçe) arasındaki geçişsizlik, örtüşmezlik üzerinden hikâye ediyor. Basitçe, serinkanlılıkla ve yerinde bir mesafeyle...
Belgesel ve dram melezi film Denizlili taze bir öğretmenin Siverek’e bağlı bir Kürt köyünün (Demirci) ilkokulunda geçirdiği bir öğretim yılını anlatıyor, başından sonuna. Yalnız, İki Dil Bir Bavul’un okulu ve öğretmeni Cumhuriyetin erken dönemindeki muadillerine pek benzemiyor. Ne okul ne de öğretmen Cumhuriyetin nurunu taşraya yansıtacak enerjiye sahip görünüyor. Bayrak, Atatürk resmi eksik değil ama okul binası dökülüyor. ‘Lojman’, bir oda ve mutfaktan ibaret, su da hak getire. Öğretmense misyonuna kapılmış olmaktan uzak. İşini savsaklamıyor, iyi, yumuşak da biri ama çok da inanmış görünmüyor yaptığı işe. Üstelik, Cumhuriyetin erken zamanlarının kadın öğretmenleri kadar kuvvetli, sebatkâr değil: İkide bir annesini arayıp yakınıyor telefonda. Cumhuriyetin İki Dil Bir Bavul’un okulu ve öğretmeniyle taşrayı teslim alması zor görünüyor.
Okul ve öğretmen bir yana, filmde bütün bir sene ve fakat tek bir mesele var: Dil. Daha doğrusu iki dil: Cumhuriyetin, öğretmenin Türkçesi karşısında taşranın, yerelin, bölgenin, çocukların Kürtçesi.
İlk ders, ilk soru: “Türkçe biliyor musunuz?” Sessizlik. Ve ilk kural: “Sınıfta Kürtçe yok!” Sınıfta Kürtçe yok ama ilk derse formasız, yeşil-sarı-kırmızı renkli kazağıyla gelen Zülkif, Türkçe “Adın ne” sorusunu dahi anlamıyor. Öğretmen ilk kuralını duyururken Zülkif esniyor.
Cumhuriyetin, öğretmenin Türkçesiyle, taşranın, çocukların Kürtçesinin okuldaki tuhaf, dışarıdan bakana “ya burda bir mesele var ama” dedirten karşılaşması, birbirine değmeyen birlikteliği bütün bir sene devam ediyor.
Anlaşılan, Cumhuriyetin dilinin taşranın dilinin yerine geçmesine bir sene yetmeyecek. Zaten öğretmen de durumu kabullenip annesine telefonda anlatıyor: “İlk sene sadece okuma yazma öğreteyim. Matematik, Hayat Bilgisini gelecek sene öğretirim.” (Unutmadan: Tek derslikli okulun öğrencileri birinci sınıflardan ibaret değil). Senenin sonu öğretmeni biraz boşa çıkaracak oysa: Aylar geçmesine rağmen Rojda andı yalan yanlış okuyor, büyük ihtimalle bir şey de anlamadan. Zülkif de Türkçeye direnmeye devam ediyor: Sınıfın dışında arkadaşlarıyla, annesiyle akıcı bir şekilde (tabii ki Kürtçe) konuşan çocuk derste suskunluğa çekiliyor. Adını bildiği pek çok yemişi, hayvanı neden başka türlü adlandırması gerektiğini pek de anlamıyor sanki. Türkçeye dirençte Zülkif’i yalnız bırakmayanlar var. Ödevini, her nasılsa, Kürtçe yazan çocuğu öğretmen azarlıyor, aksanlı bir Türkçeyle tabii ki: “Oğlum nece lan bu? Türkçe mi bu? Kürtçe ödev yok demedim mi? Dersimiz Türkçe, kitaba Kürtçe yazıyor ya!”
Zülkif’in, Rojda’nın, ödevini Kürtçe yapan çocuğun Türkçeye direnci Cumhuriyetin taşranın yerelliğiyle, ulus dışılığıyla rekabetinin çetin geçtiğini gösteriyor. Nitekim, derslerin başlamasının üzerinden aylar (Cumhuriyetin dilinin cumhurun tek dili kılınmasının üzerindense 80 sene) geçmiş, 23 Nisan töreni yapılıyor, bildik hamasetin ardından öğretmen soruyor: “Nerede yaşıyoruz?” İlk cevap, taşranın ulus-altı, ulus-dışı halini korumaya azimli olduğunu gösteriyor: “Evimizde!” Allahtan, Cumhuriyetin ulusalcı pedagojisi iyi kötü işlemiş ki, doğru cevabı bilenler de var: “Türkiye’de.” Doğru cevap Cumhuriyetin şevksiz misyonerine de can veriyor: “Kıymetini bilin!”

Cumhuriyetin bavulu

Cumhuriyetin taşranın Kürtçesiyle karşılaşmasını, Cumhuriyetin diliyle yerelin dili arasındaki karşılaşmayı, Cumhuriyetin yerelin diline karşı anlaşılmaz tahammülsüzlüğünü usul usul, sakince ve kararlı bir mesafeyle anlatan İki Dil Bir Bavul, öğretim yılının sonunda öğretmenin arabasıyla köyden ayrılışını gösteren bir sahneyle bitiyor. Bu son sahneye, aralarında akıcı bir şekilde Kürtçe konuşup oynayan çocukların sesleri eşlik ediyor. Belli ki taşranın dili yaşamaya devam edecek. Cumhuriyetin taşranın diline tahammülsüzlüğü, taarruzu da öyle.
Peki, bu iş hakikaten böyle mi olmak zorunda? Onca kargaşanın ardından taşranın geleneğini tanıyan, bu gelenekle uzlaşan Cumhuriyet taşranın dilini de tanıyamaz mı? Cumhuriyetin diliyle taşranın dili aynı okulda olmaz mı? Zülkif, annesiyle konuştuğu dille harfleri, hayatın bilgisini öğrense ne olur? Cumhuriyet artık Cumhuriyet mi olmaz? Yoksa asıl o zaman mı Cumhuriyet olur? İki Dil Bir Cumhuriyet olmaz mı? Elbette olur. Olacak gibi de. Cumhuriyetin bavulunda cumhurun istediği bütün dillere yer açılmalı. Kürtçeye de.

January 11, 2010

Hrant'i anarken....



Boynumuzdaki prangalardir artik
sustugumuz yerler...

kaldırım taslarinin tozunu soluyoruz
ve bilerek ölüyoruz ya da ölerek biliyoruz:
bu ülkenin zamanı bizden özür dileyecek!

Bakın ışıkları açıyor çocuklar
Birer birer görünür oluyor yüzlerimiz,
hepimiz Ermeniyiz!

Kivanc (20 Ocak 00.01)

January 10, 2010

Katili Tanıyoruz, Adalet İstiyoruz


Hrant Dink katledileli üç yıl oldu ve onu öldürtenler hâlâ elini kolunu sallayarak dolaşıyor. Ayak işlerini gördürdükleri üç-beş adamı mahkemenin önüne attılar. Görevlilerinin doğru dürüst soruşturulmasını önlemek için devlet valisiyle, komutanıyla, siyasetçisiyle, yargıcı ve savcısıyla seferber oldu. Attıkları manşetlerle cinayete zemin hazırlayanlar, pişman olacakları yerde pişkin pişkin görevlerini sürdürdü.

Cinayete yol açan veya göz yumanlar, katilleri yetiştiren, onlara resmî görevler verenler, katili bayrağın önüne koyup kahramanlık görüntüleri çeken ve dağıtanlar... Hepsi korundu, kollandı ve hepsi hâlâ devlet görevlisi. Hrant için adaleti çok gören devlet onlara yeni rütbeler, terfiler bile verebilir.

Bütün bunlara bakarak soralım:
Hrant’ın katili kimdir?

Ve cevap verelim: Hrant’ı kollektif bir “resmî” irade öldürdü. Bu iradenin sahipleri gaddar, korkak ve hilebazdır. Ortaya çıkamaz, kendilerini gösteremezler.

Derin devletin dehlizlerinde ele geçirilen “Kafes” planını hatırlayın. Hrant’ın katledilmesinden “operasyon” diye söz edildiğini hatırlayın.
Onlar bizi de, Hrant’ın arkadaşlarını, sevenlerini, adalet arayanları da kendi karanlıklarına çekmeye çalışıyorlar. Mahkemelerin tozlu dosyaları arasında tıknefes olalım, duruşmalara gidip gelmekten usanalım, adalet aramaktan umudu keselim istiyorlar. Kesmeyeceğiz. Kesemeyiz.

Çünkü Hrant Dink cinayetinin arkasındaki “devlet eli” tereddüde yer vermeyecek şekilde yargı önüne çıkarılmadıkça, katillere yardım eden, göz yuman, raporları hasıraltı eden, katile kahraman muamelesi yapan polis amirlerinden, jandarma komutanlarından, valilerden, soruşturmaları engelleyen yargı üyelerinden hesap sorulmadıkça, hiçbirimizin geleceğinin güvence altında olmadığını biliyoruz.

Hrant bize her şeyden önce onurlu bir kardeşlik ideali bıraktı. Onurlu ve güvenli bir kardeşlik için, Hrant için adalet için, 19 Ocak’ta onun öldürüldüğü yerde buluşacağız. Adaletin, kardeşliğin hüküm sürdüğü, onurlu bir hayat istiyorsanız bizimle olun.

www.hranticinadaleticin.com

Yeni bir sol... Yeni bir Turkiye... Baska bir dunya... Mümkün!


“12 ARALIK 2009 BULUŞMASI” KAPANIŞ BİLDİRGESİ

Bugün Türkiye, tarihsel, bölgesel ve uluslararası koşulların dayatmasıyla demokratik açılımlar yapmaya zorlanan, ancak attığı adımlarda yeterli kararlılığı gösteremediği için yalpalayan muhafazakâr liberal bir iktidar partisi ile onun attığı yetersiz adımları bile hazmedemeyen statükocu, ırkçı, milliyetçi muhalefet partileri arasında sıkışmış durumda.

Bu sıkışıklık içinde, siyasetin, yargının ve tüm egemen unsurlarıyla sistemin yitirdiği adalet ve vicdanı temsil edebilecek bir siyasi seçeneğin yokluğu, bugün çok daha yaşamsal bir şekilde kendini hissettirmekte.

Bu saiklerle “Yeni Solda Büyük Buluşmaya Doğru” 4 Temmuz 2009’da attığımız ilk adım, başka girişimlerle de birleşerek bugün, daha geniş bir katılımla, yeni bir aşamaya geldi.

Toplantıda yapılan konuşmalar, solun merkezini yaratma ödevinin 4 Temmuz’dan çok daha acil ve yakıcı bir biçimde kendini dayattığını ortaya koymuştur.

“Büyük Buluşma” sonunda partileşme çalışmalarına katılımı daha artırmak için çaba göstermeye devam edilmesi uygun bulunmuş; kurulacak partinin niteliğine ilişkin somut görüşler ifade edilmiştir.

Kurulacak partinin çeşitli gruplar arasında bir koalisyon değil, tam anlamıyla bir yurttaş girişimi olması; orada toplumun her kesiminin kendinden bir parça bulması; eğilip bükülmeden, ulusalcılığa/milliyetçiliğe, muhafazakarlığa, dinsel ve mezhepsel dayatmalara, vesayet rejimine, cinsiyetçi politikalara karşı durması; paylaşım adaletini savunarak, emeğin ve ezilenlerin yanında olması ve kendi içinde de demokrasinin eksiksiz işlediği bir parti olmasına ilişkin görüş ve öneriler özellikle vurgulanmıştır.

Demokratik Toplum Partisinin kapatılması, ülkemizdeki demokrasinin ne denli sığ olduğunu göstermiştir. Toplantımızın bu kapatılmanın ertesi gününe rastlaması, bu toplantıyla yoluna devam eden bizlerin önündeki engellerin ne denli zorlu olduğunu göstermiştir.

Bizler DTP’nin kapatılmasını kesin bir dille protesto ederken, Kürt yurttaşlarımızın sorunlarının hepimizin sorunu olduğunu ve bu sorunların çözümünde bütün enerji, duygu ve düşüncelerimizle tüm demokratik platformlarda onların yanında olduğumuzu ifade ederiz.

Başka bir dünya ve yeni bir Türkiye mümkündür.

Bunu bugünden hayatın her alanında gerçekleştirmek üzere yeni solda büyük buluşmanın en geniş zeminde gerçekleşmesi için gereken tüm adımları atacağımızı duyururuz.

January 2, 2010

Kürt açılımı ve eleştiriyi kurmak

Bu topraklarda yakıcılığını neredeyse bir asırdır devam ettiren Kürt meselesi son aylarda AKP hükümetinin geniş adıyla demokratikleşme, dolaşımdaki adıyla Kürt açılımı politikasıyla yeni bir dönemece girdi. Bir ucu şiddete açılan sorunlarda kamuoyunu yönlendirecek gücü elinde bulunduran taraf sorunu ‘bilimsel’ bir kesinlikle tanımlayarak çatışmaya dahil olan diğer unsurları dışlama ve sorunun kapsamını bilinçli olarak daraltma eğilimindedir. Kürt meselesini terör sorunu, sorunun yaşandığı bölgeyi de kalkınmada öncelikli bölgeler ilan etmek bu şekilde açıklanabilir. Fakat lafı dolandıranlara ve bu yakıcı sorunu statükocuların jargonuyla sadece terör sorunu olarak tanımlayanlara yüz vermemeliyiz. Bu yakıcı sorunun adı: Kürt sorunu. Nokta. Devlete hükmeden zihniyet yıllar boyunca olmadığını savunduğu Kürt sorunuyla her türlü militer aracı kullanarak mücadele etti. Bizim gibi fanilere düşen ise Kürt sorunu yerine mürteciler, eşkıyalar, ağalar ve şeyhlerin kışkırttığı bir sorunun varlığına inanmaktı. Ama epeydir, ağaların ve şeyhlerin devlete hakim zihniyetle nasıl işbirliği yaptığını, parlamentoya taşındıklarını, sistemin feodaliteyi kaldıracağı yerde onunla işbirliğine gittiğini gören gözlerimiz bizi sağlam bir itiraza ve yeni çözümlere çağırıyor. İzninizle. Sorunu güvenlikleştiren anlayış yaklaşık 30 sınır ötesi harekât yaptı. Sonuç Sönmez Köksal’ın Devrim Sevimay’a verdiği yanıtta gizli: “Siz dışarıda bomba yağdırıyorsunuz, onlar 20 metre yerin altındaki mağarada saz çalıp türkü söylüyor.” (Ekim 2007, Milliyet). Sorunu seçim rüşvetleriyle halletmeye çalışan anlayış da ömrünü başarısızlıkla tamamladı. Bunun için Tunceli köylülerine kulak verelim: “Su olmadıktan sonra çamaşır makinesini ne yapalım.” (7 Şubat, 2009, Radikal).

AKP hükümeti, anayasal güvence altında eşit vatandaşlığa dayanan bir çözüm için ne kadar baskı altına alınıp, çerçevesi demokratik ve kültürel haklarla çizilmiş bir çözüm zeminine çekilirse sorun bir halkı açık bir şekilde aşağılayan kısa vadeli palyatif tedbirlerin uzun vadeli yıkıcılığından kurtulacak ve barış bir o kadar yakın olacaktır. Atılması gereken kalıcı somut adımlar arasında akla ilk gelenler şunlardır: koruculuk sisteminin kaldırılmasının takvime bağlanması, köye dönenlerin güvenliğine yönelik önlemler alınması ve bunların kamuoyuyla paylaşılması, dil vs. gibi engeller yüzünden vatandaşlarımızın yereldeki hizmetlere erişimindeki sıkıntıların ortadan kaldırılması (ör. Çok dilli belediyecilik girişimleri). Yanlış anlaşılmasın, haftalardır tartışılan Kürtçe eğitim, yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması önerilerini görmezden geliyor değilim. Fakat, artık açılım süreci somut adımlarla desteklenmediği sürece yönetilemez hale geleceğinin işaretlerini verirken uzun tartışmalara gebe olan önlemlerin süreci tıkamasına izin vermemek ve işe bir yerden başlamak gerekir. Hiç şüphe yok ki yukarıda sıraladığım bu somut adımlar Kürtlerin gönüllü vatandaşlığa geçişini teşvik edeceği gibi bir Türk büyüğünün icadından hareketle özde bir tanımayı da kolaylaştıracaktır. Fakat nihai çözüm ve AKP hükümetinin itilmesi gereken zemin, bütün kültürlerin varlığını tanıyan ve vatandaşların kendilerini ifade etmesine imkân tanıyan yeni bir anayasa tartışması zeminidir. Ve yine hiç şüphe yok ki, Kürt açılımı tartışmaları kırmızı halılar ve konferans salonlarından ibaret değil. Görünen o ki, bu süreçte yer alan aktörler her türlü provokasyon ve saldırıyla sınanacaklar. Geçmişte de demokrasi, barış ve kardeşlik tartışmaları türlü komplolar ve saldırılarla kapatılmıştı. Erdoğan’ın Beyaz Saray’a girmesine dakikalar kala yapılan Tokat’taki vahşi saldırı ve sokaklardaki gösteriler bu sürecin sadece iyi planlanmasını değil cesaretle yürütülmesini de söylüyor.

Meclis’teki muhalefet Kürt açılımına kategorik olarak ‘hayır’ diyen MHP-CHP ittifakı ve çözümü İmralı’ya endekslemeye çalışan DTP’den oluşuyor. Mantıksal çerçevesi sağlam bir karşı çıkışın bile ağır aksak ilerleyen Kürt açılımına katkı sağlayacağı ileri sürülebilir. Fakat, Ufuk Uras’ın 10 Kasım’daki konuşması sırasında CHP sıralarından yükselen tepkilerin bir katkı sağladığını kimse iddia edemez. Siyasi bir tartışma; tartışmanın konusu, öneriler ve önerilere getirilen eleştiriler ekseninde devam eder diye düşünen bizim gibi fanileri şaşırtacak bir çok veri var Ufuk Uras’a yöneltilen tepkilerin içinde.

Bu yazıyı okuyan özgürlükçülerin affına sığınarak bu meseleyi biraz basitleştirip anlatacağım; Koruculuk sisteminin kaldırılmasını öneren bir cümleye a) koruculuk sisteminin kaldırılmasını destekliyorum, b) koruculuk sisteminin kaldırılmasını desteklemiyorum, c) öneriyi koşullu olarak kabul ediyorum, d) bu yetmez başka öneriler de gerekir, e) bu öneriye alternatif bir çözüm öneriyorum; şeklinde bir tepki verdiğinizde bu mantık sınırları içinde algılanabilecek ve tartışmanın düzeyini ve düzlemini bozmayacaktır. Fakat CHP sıralarından yükselen tepki şu şekilde: “Yakında AKP’ye geçersin sen!” Eleştiriyi kurarken kendi karşıtlarının hepsinin aynı çatı altında olduğu izlenimini yaratmanın üç ana amacı olabilir. Birincisi, tehdit algısını güçlendirerek kendi seçmenlerinin başka partilere meyletmesini engellemek. İkincisi, karşıtını kalabalık ama kendisini az sayıda ve onurlu gösterme çabası. Üçüncüsü, parti tabanından oy çalacağını düşündüğü kişiyi ya da partiyi karşıt olunan görüşün ya da partinin üyesi yaparak onu küçük düşürme çabası. Fakat bu çabaların zararları var. CHP’yi eleştiren herkesi kategorik olarak AKP’li olarak algılamak hem muhalefet yapma alanını daraltır hem de muhalefetin çaresizliğini bize hatırlatır. Ama yanılıyor olabilirim. Belki de Meclis’te en çok bağıranın bir dahaki seçimde milletvekili listesinde gözde bir yere yerleşme şansı artıyordur.

Ana muhalefetin çözüme katkısı bu kadar değil elbet. Onur Öymen’in vatandaşı değil devleti önceleyen ve CHP’nin meseleye bakışını özetleyen Dersim katliamı ile ilgili sözleri de çok öğreticiydi. Öymen’in neden istifaya davet edildiğini de anlamış değilim açıkçası? Grup toplantılarına özellikle onunla teşrif edilmesi Baykal CHP’si hakkında yeterince fikir vermiyor mu?

Kürt açılımında bugün gelinen nokta iktidarın çözüme ilişkin somut önerileri tartışmakta geç kaldığına işaret ettiği gibi muhalefetin de iki parti bir söylem düzeninde ve genel başkanlarının komutasında uygun adım yürüdüğünü de göstermektedir.

İnkâr siyasetinin ve zorunlu asimilasyon politikalarının savunucuları, kandırılmışlar ya da sadakatsizler arasındaki yerimizi hazırlasalar da biz yine söylemekten vazgeçmeyelim: Bu topraklarda Kürt sorunu her geçen gün yeni mağduriyetler yaratarak ve yeni canlar alarak yakıcılığını sürdürdükçe statükocuların dayattığı barikatları yıkıp geçmek boynumuzun borcudur.

Kivanc Ozcan,
Taraf, 01.01.2010
http://www.taraf.com.tr/haber/46202.htm

Kış dönümü...

Yılların ardından… bir merhaba – uzaklarda kalan kendime de! İçtenlikle...   Yazarım belki bundan böyle. Kapattığım kapılar açılır, küfleri ...