September 23, 2009

Modernizmin Prizması ve Kırılanlar



Modernizmin Erittikleri – Sünniler, Şiiler ve Aleviler başlıklı kitap modernizmle İslam arasındaki etkileşimin fotoğrafını çekmeyi amaçlayan bir çalışma. Fakat belirtmek gerekir ki kitap sadece bu tanımsal fotoğrafla sınırlı değil. Aynı zamanda modernizme yönelik tutarlı eleştirileri de içeriyor.

Modernizmin ‘akıl’la olan sorunlu ilişkisinden hareketle kendisiyle yüzleştiğini ve bu yüzleşme sürecinin de katkısıyla anti-modernist anlayışların filizlenmeye başladığı kitabın ilk argümanlarından.

‘Akıl’la olan ilişki bağlamında yazar İslam dünyasını da merceğine alıyor. İslam dünyasının ideolojik duruş ve söylemsel bütünlük iddiasıyla öne çıkmasına rağmen tıpkı modernizm gibi ‘akıl’la olan ilişkisinin net olmadığını belirtiyor. Abbasi döneminden sonra İslam dünyasının rasyonel akımlarla ilişkisi duraklama dönemine girdi. 18. yy.’dan itibaren modern devlet ve modern birey gibi yeni kutsallar toplumsal kurguların içine girmeye başladı.

Bu gelişmenin ve değişimin farkında olan Afgani ve Muhammed Abduh gibi düşünürler modernist değerlerle çatışmayacak bir İslami geleneği şekillendirmeye çalıştılar. Bu noktada adı geçen düşünürleri modernizmle İslam arasında bir orta yol bulmaya iten şeyin İslami kutsalları modernizmin aşındırıcı etkilerinden korumak olup olmadığı önemli bir soru olabilir. Fakat bu sorunun cevabı ne olursa olsun modernizmle İslam arasındaki ilişkinin başladığı bir gerçektir.

Bu ilişkinin başladığı yıllarda Osmanlı’nın İslam coğrafyası üzerindeki etkisi azalmaya başladı. Ulusçuluk akımı yayıldı. Bu durum İslami arayışları da etkiledi. İslam marksizm ve liberalizmle de ilişkiye girdi. Bu ilişkiye örnek olarak Avrupa’ya okumaya giden gençlerin hem Avrupa’daki oryantalist bakış açılarını hem de kendi ülkelerindeki ulemanın gücünü kırmada oynadıkları rol verilebilir.

Üçüncü dünyadaki kurtuluş hareketlerinde başat bir rol oynayan İslam hızla politikleşti. Hem bu politikleşme hem de mezhepsel ve coğrafi farklılıklar İslam’ın farklı renkleri olduğunu ortaya koydu. Bu farklı renkler Batının İslama bakışının pozitivizmden kaynaklanan bütüncül bir algı şeklinde ve hatalı olduğunun da bir ilanıydı.

Modernizmle karşılaşma Müslüman topluluklar için sadece dezavantaj değil, kendi kutsallarını modern devlet anlayışı bağlamında yeniden inşa etme fırsatı sunduğu için avatajdı da. Bu duruma yol açan en önemli kırılma Napolyon Bonapart’ın Mısır’ı fethetmesiydi. Bu fetih hem İslam ülkelerinin geri kalmışlığına yönelik bir sorgulama başlattı hem de yeni kutsalların veyahut sentezlerin üretilmesine giden yolu açtı. Modernizmin İslam üzerindeki dönüştürücü etkisi ilk olarak İslam’ın ‘bir’lik anlayışında görülmüştür.

El Kaide’nin 11 Eylül saldırıları İslami örgütlerin sınırlarını yeniden çizmiş ve İslami hareketlerin bazılarının post-modern bir evreye doğru evrilmelerini sağlamıştır. Bu noktada yazar modern Batı ile İslam’ın ilişkisine dikkat çekiyor. Modern Batı komünizmle savaşmak için İslam’ı yardıma çağırdı. Komünizmle işi bittikten sonra İslami yapıları ‘artık’ olarak görmeye başladı. Bu açıdan bakıldığında El Kaide saldırılarını modernizmin bu tavrına yönelik bir tepki olarak okunmak da ihtimaller dahilindedir.

Oryantalizm ve oksidentalizm İslam’ı homojen bir inanç-kültür olarak görme yanılgısına düşer. Bu modernizmin incelediği özneleri kategorileştirmesinin bir sonucudur.

Siyasi İslam terimi oryantalist ve oksidentalist okumalara kapı aralamakta fakat bir taraftan da bizi farklı inşa süreçlerini anlamaya götürmektedir. Tek bir İslamdan ziyade farklı İslamların varlığı İslamın politik olabilirliğine yönelik tartışmaları destekler. Fakat yazara göre siyasal İslam yoktur çünkü siyasallıktan kaçabilecek dinsel bir tutum yoktur. Başka bir deyişle İslam başlıbaşına siyasal bir tutumdur. Buradan hareketle İslamla özgürlük arasındaki ilişki açıklanmaya muhtaçtır. İrat’a göre İslamla özgürlük arasındaki ilişki yönetilenler ve sistem tarafından belirlenir.

Türkiye’de devlet dini kontrol etmek adına ona devletin kapılarını açmıştır. Halifeliğin kaldırılması yeni kurulan devlet içindeki toplulukların aralarındaki bağı sağlayan dinamiğin değiştiğini sembolize eder. Türk-İslam sentezi İslamı devlet eksenli milliyetçiliğin baş aktörü haline getirir. Kuran’da yer alan ayetler şeriatın çoğulluğundan bahsederken TDK’nın tanımındaki tekçi şeriat yorumu ve anlayışı devletin bir paradoks içinde olduğunu gösterir.

Devletin yeniden inşa etmeye soyunduğu Sünniliğin dışında kalan İslami anlayışlar devletin ulaşamadığı yerlerde yeşerdi. Ayrıca inşa edilmeye çalışılan Sünniliğe karşıt akımlar da filizlenmeye başladı. Yazara göre Milli Nizam Partisi ile başlayan siyasi İslami akımların hatası Türkiye’de devlet eksenli İslami anlayışın eleştirilmesi üzerinden bir demokratikleşme hareketi başlatmamalarıdır. Fakat bu hareketlerin demokratikleşme gibi bir dertlerinin olup olmadığı incelenmeye muhtaçtır. 1980 sonrasında İslam, Kürt sorununa yönelik bir çözüm olarak görülüp deyim yerindeyse göreve çağrıldı.

Mevleviliğin araçsallaştırılarak Aleviliği halk İslamı anlayışı içine dahil ederek eritme çabası kitaptaki dikkate değer tespitlerden biri. İslamcılar Aleviliği netleştirerek kendi sınırlarındaki muğlaklıkları yok etmek istiyorlar. Bu nedenle Aleviliği İslam’ın içine dahil etmek onlar için daha mantıksal bir yaklaşım gibi durmaktadır. Bu noktada kitabı okurken şöyle bir soruyu içimden geçirdim: İslamcılar neden kendilerini tanımlamak için Aleviliği dışlayarak bir öteki yaratmaya girişmediler?

Yazara göre İslam ve onun heterodoks yorumları da zaman üzerinden tanımlar yaratmakta ve bu tanımlar aracılığıyla inançsal farklılaşmalar meşrulanmaktadır. Buradan hareketle farklı siyasal İslamlar olduğu sonucuna varabiliriz.

Modernizm Aleviliği eritmeye onu yeniden kurgulayarak girişir. Bu aslında modernizmin tanımlamakta zorlandığı bütün yapı ve kavramlara yönelik genel tutumunun bir örneğidir. Bu kurgulama sürecinde Alevilerin kendilerini tanımlama süreçleri de dünya ve Türkiye siyasetine bağlı olarak yürür.

Bu süreçte Alevilik hızla cemaatleşmeye başlar. Bu onun kutsallarındaki kaymayı da beraberinde getirir. Kitapta Cem Vakfı Aleviliği cemaatleştirdiği ve dışlayıcı bir yaklaşımla İslam halkası içinde tanımladığı için eleştiriliyor. Ayrıca yazar, bugün Aleviliğin teolojik ve felsefi olarak yok olmaya yüz tuttuğunu belirtiyor.

Ulus-devleti eleştirerek tek tipleştirmeye karşı çıkan İslamcıların kendileri için talep ettikleri özgürlüğü Alevilerden esirgemeleri kitabın önemli eleştirilerinden. Bu bağlamda kitabın sonunda yazarın İslamcı akımlara seslenişi de anlamlı: Özgürleşme taleplerini savunurken özgürleştirme kaygılarını unutmayın!

Milliyetçilikle Aleviliğin ilişkisi bağlamında yazar hâkim milliyetçiliğin Aleviliği kritik zamanlarda Türklük ve Müslümanlık halkasının içine çağırdığını ama sonra tekrar bu halkanın dışına çıkardığını ileri sürüyor.

Kitabın sonunda yer alan Alevilikle Sünni İslam arasındaki ilişkiye dair son söz aslında kitabın meseleye genel bakışını da yansıtıyor:

Yapılması gereken şey Sünni İslamın dışında ve ötesinde inanç nüveleri içeren Aleviliğin kendi özgün doğasında rahatsız edilmeden bırakılması zorunluluğudur.


Kivanc Ozcan

Ali Murat İrat, Modernizmin Erittikleri – Sünniler, Şiiler ve Aleviler, Kırmızı Yayınları, 2009, 216 sayfa.

Not: Bu yazı doğudan dergisinin 11. sayısında yayımlanmıştır.

September 13, 2009

Bana iyi bak general!



12 Eylül darbesinin idam ettiği ve 25 yıl boyunca mezarı bulunamayan Veysel Güney üzerine Ethem Dinçer’in 6.9. 2009 tarihinde Radikal-2’de yayımlanmış ‘Beni hatırladın mı general?’ yazısına devam olarak...
Bana bak general! Yüzüme iyi bak! Çünkü general, benim çocuğum da bana benzeyecek. Aklında tut yüzümü.
Aklında tut, çünkü general, er ya da geç senin torunun, benim çocuklarımdan özür dileyecek. Sen torununa hesabını vermediğin cinayetleri miras bırakıyorsun.
Torunun senin gibi olmayacak general. Ama benim çocuğum aynı bana benzeyecek.

Torunun general...
Senin torunun general, senin yaptıklarını benim yazdıklarımdan öğrenecek. Alman çocuklar Yahudilerden nasıl özür diliyorsa her gün, şimdi, senin torunun da, hiç işlemediği günahlar için, benim çocuklarımdan özür dileyecek.
Bana iyi bak general! Sen bu memleketin ümüğüne çöktüğünde ben sekiz yaşındaydım. Bir sabaha karşı annem ağladı. Babamın yüzü ihtiyarlamıştı o sabah. Ben böyle bildim senin ne mal olduğunu. Ben o sabahı unutmam general. Kitaplar okudum, hikâyeler dinledim. Sen, suçlarınla başka bir ülke, günahlarınla başka bir insan yaratmak istedin. Ama bak işte, ben olmadım. Ben general, sana karşı kazanılmış bir zaferim. İşte burada yazıyorum. Bana iyi bak general! Çünkü bu memlekette benden çok var.



Zalimleri hecele...
Bana bak general! Sen darağaçlarını kurduğunda ve Kürtleri Diyarbakır Cezaevi’nde ‘Co’ adlı bir ite selam durdurduğunda ben, dokuz yaşındaydım. Sen yazdırmadın, konuşturmadın, senin gibilere memleketi suspus selam durdurdun, unutturdun. Ama şu işe bak ki general, ezberden sayabilirim hepinizin adını, soyadını. Bana iyi bak general! Çünkü benim çocuğum da bana benzeyecek. Tıpkı benim gibi olacak o da; okumayı zalimlerin adlarını heceleyerek sökecek.

Böyle bir ülke...
Söylesene general, ben niye Commer’in ismini biliyorum? Co’yu neden bilmeliyim ben? Kaç kadına copla tecavüz edildiğini, insanların foseptik çukurlarında bekletildiğini, Mamak’ta başlarından aşağıya boşaltılan suyla ayakları buzlu zemine yapışmasın diye zıplayan çıplak adamları niye bilmeliyim? Bi’ deyiversene general, babasının çocuğuna tecavüze zorlandığını niye öğrenmeliydim? İdam sehpalarında adamların kendi taburelerine tekme attığı niye rüyama girmeliydi daha 16 yaşımdayken? Erdal Eren’in yüzü niye aklına kazınsın bir çocuğun daha 10 yaşında? Bütün bunlar olmamış gibi yapan bir ülkede yalan söylememeyi öğrenerek nasıl büyür bir çocuk bilir misin general? Nasıl okur, nasıl gazeteci olur?

‘Hayır duam’
Ben sekiz yaşındaydım ve sen gelip bana böyle bir hayat verdin, böyle bir ülke, böyle insanlar. Zalimlerin isimlerini unutmamam gereken bir ömür verdin. General, sen beni, çocuklarıma bunları öğretmeye mecbur ettin.
Bana bak general! İyi bak general. Adımı ezberle. İyi bak general. Çünkü benim çocuğum da bana benzeyecek.

Ece Temelkuran

13 Eylul 2009, Milliyet

Kış dönümü...

Yılların ardından… bir merhaba – uzaklarda kalan kendime de! İçtenlikle...   Yazarım belki bundan böyle. Kapattığım kapılar açılır, küfleri ...