May 16, 2011

Benim Oyum 2011


12 Haziran seçimleri öncesi siyasi yelpazede nerede durduğunuzu 'benim oyum'u kullanarak görebilirsiniz. İzleyen bölümde tercihlerinizi belirttiğinizde, profilinizi seçime katılan belirli partilerle eşleştirebileceğiz. Tercihlerinizi belirttikten sonra sonucunuzu kaydedebilirsiniz.

http://benimoyum2011.org/

May 15, 2011

internetime dokunma / izmir

miş

sabah 5miş gördüklerinde
geçişli bir aşk imiş
diyalektik daireleriyle
sonsuza doğru
rüyadan sabaha doğru
başlangıcı hayal meyal
su altında yosun gibi
fotoğraf gibi
henüz çekilmemiş
fonu belli sonu müphem

sabah 5miş gördüklerinde
ikimizi
logaritmik artıyormuş özlemim
gece otobüslerine mi koymuşlar bütün oksijenleri?
diye soruyormuşum
gitme diyormuşsun

sabah 5miş...


Kıvanç (15 Mayıs, İzmir)

May 13, 2011

Ortadoğu'da Zor Görev: Mısır'ı Yönetmek



Afaf Lutfi al-Sayyıd Marsot, Mısır Tarihi: Arapların Fethinden Bugüne, Çeviren: Gül Çağalı Güven, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2007, 158 s.


Kıvanç Özcan


Mısır Tarihi, iktidarın el değiştireceği 2011 yılına sıkıntılarla giren Mısır’ı anlamak için önemli bir çalışma. Bugüne kadar Mısır’ı yönetenler üzerinden bir okuma yapan Afaf Lutfı al-Sayyıd Marsot, Mısırlıların kendilerini yönetenlerle ilişkilerindeki dinamikleri açıklamaya çalışıyor. Bu yazı, yazarın kitaptaki bölümlemesine sadık kalarak eleştirel bir inceleme yapmayı amaçlamaktadır.

Araplardan Memlüklere (639-1250):
Mısır’ı kim yönetecek?


Monofozit Hıristiyanların (Kıptiler) Bizanslı efendilerine karşı hoşnutsuzlukları, Arapların Mısır’ı fethetmesini kolaylaştırdı. Arapların vergi/haraç karşılığında Mısırlılara gösterdiği “hoşgörü”, Mısır’ın Araplaşmasını ve İslamlaşmasını geciktirdi. Marsot, dil ve din farklılıklarından hareketle Mısırlılar ve Bizans arasındaki yabancılaşmanın Araplar döneminde de devam ettiğini belirtiyor. Fakat haraç karşılığı “hoşgörü” siyasetinin bu yabancılaşmanın yoğunluğu üzerindeki etkisine değinmiyor.

Arapların fethinden sonra Mısır’a Mekke’deki halife tarafından atanan vali (İskenderiye’deki baş vali) güvenlik, adalet ve hazineden sorumlu üç büyük memuru belirliyordu. Yeni Mısır Valisi Amr, geliştirdiği sulama projeleriyle ülkeyi Arapların tahıl ambarı haline getirdi. Amr’ın iyi yönetimi sayesinde Mısırlılarla Araplar arasında süren ‘balayı’, Halife Ömer’den sonra başa geçen Osman’ın atadığı Abdullah’la birlikte sona erdi. Abdullah dönemi Mısır’da iki yüz yıl boyunca sürecek derin bir istikrarsızlığın başlangıcı olacaktı.

Emevilerin Mısır’ı Araplaştırma siyaseti ülkedeki Hıristiyanların etkinliğini sonlandırıp Kıptileri azınlık haline getirdi. Yazar, Abbasiler döneminde alınan yasadışı vergilerin ve Bağdat’taki Türk oligarşisinin kendilerine mülk olarak verilen Mısır topraklarını veriliş amacına uygun olarak –kişisel mülk olarak- yönetmelerinin halk ve yönetenler arasındaki yabancılaşmaya katkıda bulunduğunu ileri sürüyor. Bu yabancılaşmanın Ahmed ibn Tolun’un Mısır’ı Araplardan fiili olarak bağımsızlaştırmaya çalışan ve ticareti artıran politikalarıyla bir nebze olsun azaltıldığı da düşünülebilir. Türk valilerden sonra gelen Ihşidiler Hanedanlığı da Mısır’ı istikrarsızlaştırmaktan kurtaramadı. Kentlerde oturanların nasiplendiği ticaret patlaması kırsala yansımadı (Marsot, 2007:11). Her ne kadar kitabın dışında kalsa da, bu noktadan hareketle Mısır’daki toplumsal katmanlar üzerine sınıfsal okumalar yapılarak kent ve kır arasındaki eşitsizlikler incelenebilir.

Fatımiler 969 yılında Mısır’a girdi. Mısırlıların Şii Fatımilerin yönetimini kabullenmeleri kendilerini yönetenlere karşı yabancılaşmalarının hangi koşullarda gerçekleştiğine dair ipuçları veriyor. Her ne kadar yazar Araplara ve Fatımilere karşı takınılan tutuma ilişkin analizlerinde çelişkiye düşse de ekonomik sebeplerin iktidarı kabullenme bağlamında dinsel ve dilsel sebeplerden daha önde geldiği sonucuna ulaşabiliriz. Arapların yönetiminde yönetenlerle Mısırlılar arasındaki yabancılaşma etnik ve dinsel farklılıklar üzerinden açıklansa da Fatımiler’’le Mısırlılar’ın bu temeldeki farklılıkları yabancılaşma yaratmıyor. Kitapta dikkat çeken noktalardan birisi de Nasır-ı Hüsrev adlı bir seyyahın anılarından yola çıkarak Fatımilerin son dönemindeki Mısır kentleri hakkında bilgiler vermesi.

Selahaddin Eyyubi’nin Haçlılara üstünlük sağlaması Fatımilerin iç karışıklıklarıyla birleşince, Mısır’ın yeni hükümdarları da ortaya çıkmış oldu. Eyyubiler de klasik anlatılardan hareketle parlak bir dönemin ardından iktidar mücadeleleri yüzünden yerlerini Memlüklere bıraktılar. Yazar, Fatımilerin son dönemini anlatırken, Haçlı Seferlerinin etkilerine ve vezirlerin kendi aralarındaki iktidar mücadelelerine odaklanıp Mısır halkını unutmuş görünüyor. Bu unutkanlık aslında kitabın ilk bölümüne hakim olan bir durum. Mısır tarihi Mısırlıları hesaba katmadan “yönetenlerin arasındaki bir düello” gibi anlatılıyor.


Köleler, hükümdarlar ve komutanlar arasında bir Memlükler anlatısı (1250-1516)

Marsot’un Moğolların yenilgiye uğratarak iktidarlarını sağlamlaştıran Memlüklerin, ekonomik ve askeri faaliyetlerinden yola çıkarak, toplumsal yapılarını anlattığı bölüm kayda değer. Fakat Memlük Hükümdarı Baybars anlatılarına hakim olan aşkın dil, okuyucuda bir masal kitabı okuduğu izlenimi yaratabilir. Zira Baybars kitapta uzun boylu, tek gözü kataraktlı, mavi gözlü bir olarak karşımıza çıkıyor (Marsot, 2007:29).

Memlük hükümdarlarının yaptırdıkları eserlerden ve halka sunulan hizmetlerin niteliğinden detaylı bir şekilde bahseden kitap, ilk bölümde bahsettiği Mısırlı kimliğine bu bölümde hiç değinmiyor. Anlatı, ordudaki Memlük köleler, hükümdarlar ve komutanlar arasında çizilen bir düzlemde beliriyor. Yine de, bugünkü Mısır’da varlığını sürdüren belli başlı mimari eserlerin ne zaman ve hangi koşullar altında yapıldığını anlatması açısından bu bölüm önemli. Ayrıca, veba salgınlarının ve doğal afetlerin Memlük ekonomisine etkileri de bu bölümden öğreneceklerimizden. Örneğin Memlüklerin başarısız ekonomi politikası 15. yy.’da Mısırlıların enflasyonla tanışmalarına neden olur (Marsot, 2007: 33). Yazar, bedevilerle fellahlar (köylüler) arasındaki çekişmelere kısaca değinerek meraklı okuyucuya okumalarını derinleştirebileceği bir güzergâh sunuyor.

Osmanlı’nın Mısır serüveni

Marsot, Mısır-Osmanlı ilişkisini yönetenle yönetilen arasındaki yabancılaşma üzerinden tarif edebilmek için Osmanlıların Mısırlılardan dilsel ve etnik açıdan farklı olmalarına vurgu yapıyor. Fakat bu vurgunun, farklı her özelliğin yöneten-yönetilen arasında bir yabancılaşmayı doğuracağı gibi kolaycı ve yüzeysel bir çıkarıma yol açabileceğini de akılda tutmalıyız.

Osmanlılar Mısır’da yeni bir idari yapılanma kursalar da imparatorluğu sarmaya başlayan ekonomik bunalım etkisini Mısır’da da gösterdi. Vali ile askerler arasındaki gerilim, yerini isyanlara bıraktı. Yazarın ülkedeki kilit görevlerin Osmanlılardan ziyade Memlüklerin elinde olduğuna işaret eden açıklamaları dikkate değer. Bu durumun İstanbul’dan atanan valinin gücünü kırdığı açık. Marsot, bu bölümde ağırlıklı olarak Osmanlı’nın gönderdiği görevliler ile Mısır’daki Memlükler arasındaki çekişmeleri ve ekonomik gelişmelerin bu çekişmeleri nasıl şekillendirdiğini anlatıyor.

Marsot, Sanayi Devrimi’yle birlikte değişen Avrupa’nın ticari taleplerinin Mısır ekonomisi ve sosyal hayatı üzerindeki etkilerine de ışık tutuyor. Dokumanın yerini pamuk, pirinç ve şekerin aldığı bir ihracat ekonomisi 18. yy. Mısır siyasi hayatının da belirleyicisi haline geliyor (Marsot, 2007: 46-47).

Fakat yazarın da sıklıkla belirttiği gibi, Nil taşkınları ve salgın hastalıklar Mısır’daki kartları her zaman yeniden dağıtmıştı. Ülkeyi 1798’de Napolyon’un işgaline açan da böylesi bir altüst oluş ve değişim için uygun zeminin ortaya çıkmasından başka bir şey değildi. Fransız işgali, bunun sona erip Osmanlıların tekrar hakimiyeti eline alma çabaları ve yerel halkın Memlüklere karşı duyduğu hoşnutsuzluk, Mehmed Ali isimli bir askere (Kavalalı Mehmed Ali Paşa) halk ayaklanmasını andırır bir destekle beraber Mısır valiliği yolunu açtı.

Mehmed Ali’nin yönetimi ve Mısır’da devletin temelleri

“Mısır Mısırlılarındır!”

Marsot bu bölüme, Mehmed Ali’nin devlet mekanizmasını oluşturmasına giden yolun sanayileşmeyle atıldığına vurgu yaparak başlıyor, askeri sanayinin gelişimine değiniyor. Bu bölümdeki ilginç ayrıntılardan birisi şudur: Mehmed Ali’nin görevlendirdiği Napolyon’un dağıtılan ordusundaki Fransız subaylar, Mısırlı köylüleri (fellah) orduya aldılar, orduyu modernleştirdiler ve laik nitelikteki bir eğitiminin itici gücü haline getirdiler. Sanayileşme ve eğitim sistemindeki değişimler toprak mülkiyetini de yeni seçkinler lehine etkiledi. Fakat ülkedeki sanayileşme ve değişim, işgücü sıkıntısını artırdı (Marsot, 2007: 59).

Yazarın Mehmed Ali ile oğlu İbrahim arasındaki farklara değinmesi de kitapta öne çıkan bir başka nokta. Marsot, Mehmed Ali’yi devletin temellerini atan, oğlu İbrahim’i ise devletin kimliğini Mısırlılar lehine değiştiren figürler olarak anlatıyor.

Giderek güçlenen Mısır, Osmanlı’nın doğudaki topraklarına doğru ilerledi ve Bilad-ı Şam’ı alarak İstanbul’a yöneldi. Mısır’ın ekonomik yayılmasından rahatsız olan İngiltere, İbrahim’e karşı 1838’de Baltalimanı Antlaşması’nı imzalayarak Osmanlıların yanında yer aldı. İngilizler bu antlaşmayla Osmanlılar’ın Mehmed Ali’nin ekonomik gücünü yıkacağına ve ordusunu zayıflatacağına inanmalarını sağladılar. Oysa antlaşma yerli tüccarlara ağır bir darbe vurarak İngiliz tüccarların çıkarınaydı. Yazar bu antlaşmanın Mısır’ın sanayileşme denemesini bir yüzyıllığına askıya aldığını ileri sürüyor.

Marsot, Mehmed Ali ve oğlu İbrahim’in ölümlerinden sonra Mısır’daki en önemli gelişmeyi Süveyş Kanalı’nın açılması olarak bizlere anlatıyor. Fakat Süveyş Kanalı’nın açılmasını takip eden yıllarda Avrupalı devletlerin Mısır ekonomisi üzerinde artan kontrolü ve Mısırlıların, özellikle fellahın, fakirleşmesi ülkedeki muhalefet gruplarının ortaya çıkışına zemin hazırladı. Bu gruplardan en etkili olanı Albay Urabi’nin grubuydu. Öyle ki, Mısır Hükümdarı (Hıdiv), Urabi’yi safdışı bırakmak için İngilizlerin Mısır kıyılarını bombalamasını istedi. Urabi safdışı kaldı ama ülkede 1954’e kadar sürecek olan İngiliz işgali de başlamış oldu.

İngiliz işgaline karşı tepkiler de 19. yy.’ın sonlarına doğru yükselmeye başladı. Mısır milliyetçiliğinin güç verdiği eylemler, yazarın da isabetle belirttiği gibi, günümüz Mısır’ındaki grevlerin ve gösterilerin temelini oluşturmaktadır. Fellahın da sesini yükseltmesi 20. yy.’a girildiğinde çanların İngiliz işgalciler için çaldığını kanıtlayan bir başka unsurdu. Bağımsızlığın kapılarını zorlayan Mısırlılar Wilson’un Ondört İlkesi’ni açıklamasıyla yeni bir koçbaşına kavuştular ve işgal kapısını tam olarak yıkamadılarsa da, yazarın deyimiyle, 1922’den 1952’ye kadar sürecek olan liberal bir deneyimin perdelerini araladılar.


Liberal deneyim veyahut bir komedi

“Liberallerin cennetindense Vefd’in cehennemi yeğdir.”

Kral Fuad’ın otoritesini güçlendiren yeni bir anayasanın yapılmasıyla başlayan liberal deneyimin ilk seçim galibi fellahın desteğiyle oyların çoğunu alan Vefd partisi ve onun lideri Saad Zağlul’du. Zağlul’un başbakanlığı Mısırlılardan oluşan seçkin bir sınıfı da işbaşına getirdi (Marsot, 2007: 84). Fakat Zağlul’un çabaları İngilizlerin devam etmekte olan gücünü kıramadığı gibi, liberal deneyimin -Kral Fuad’ın deyimiyle- bir komediye dönüşmesini de engelleyemedi. Sadece pamuk ticaretine dayanan monokültürist bir ekonomi, Mısırlı toprak sahiplerine ve İngiliz tüccarların çıkarlarına hizmet etti. Bu durum köylülerin desteklediği Vefd Partisi’nin ülkenin ana muhalefet gücü olarak sivrilmesini beraberinde getirse de Vefd, Mısırlıların beklentilerini karşılayamadı. Bu da Vefd’den farklı olarak insanları köklerine dönmeye çağıran yeni bir muhalefet hareketinin doğmasına yol açtı: Müslüman Kardeşler.

1930’larda sanayileşme çabalarıyla ortaya çıkan yeni elitler ve İngiliz pamuk ticaretine bağlı zengin toprk sahipleri birbirlerine yaklaşırken işçilerin ve köylülerin lehine çıkarılan yasalar azaldı. Entelektüller ve öğrenciler de toplumun yoksul kesimlerinden yana tavır alarak İngiliz işgalini hedef almaya başladı. Yazar, bu dönemde kadınların toplumsal hayata katılmalarını hayranlıkla anlatır.

1936’da, olası İkinci Dünya Savaşı’nın geriliminden uzak durmak adına, İngiltere ile ittifak anlaşması imzalandı. Bu anlaşmanın bir ürünü olan askeri akademinin orta ve alt sınıflardan çocuklara kapılarını açması, Mısır’ın en ünlü askerinin, Cemal Abdülnasır’ın (Nasır) yetişmesini sağlayacaktı. İkinci Dünya Savaşı’nda zarar görmeye başlayan Mısırlılar, özellikle Müslüman Kardeşler, faturayı ülkelerindeki İngiliz varlığına ve Batılı yaşam tarzına kestiler.

Ayrıca Filistin topraklarında giderek artan Siyonist işgal de Mısırlılar’ın siyasi gündeminde yer kaplanaya başlamıştı. Kitapta Filistin’deki savaş Mısır’daki iç siyasetin doğasını anlatan bir olay olarak sunuluyor (Marsot,2007:104). Monarşinin savurganlığı ve beceriksizliği krala tepki duyan yeni bir subaylar sınıfını doğurdu. 1950’lerden günümüze kadar Mısır siyasetini belirleyecek olan sınıf tarih sahnesine çıkmıştı.


Nasır yılları (1952-1970)

Marsot, Nasır’ın firavunlardan bu yana Mısır’ı yöneten ilk Mısırlı olduğunu yazar. Nasır’ın başını çektiği Hür Subaylar’ın birçoğu askeri akademide beraber okumuş orta ve alt sınıflara mensup askerlerdi. Nasır ve ekibi 1953’te cumhurbaşkanı seçilen General Necib’i bertaraf edip yönetimi üstlendiler ve o zamana kadar desteğini aldıkları Müslüman Kardeşler’i pasifize ettiler.

Nasır, Soğuk Savaş’ın kamplarına girmeyi reddederek Bağlantısızlar Hareketi’nin başını çekti. Bu ona Ortadoğu’daki liderliği açan bir hamle olacaktı. Nasır’a göre, Üçüncü Dünya’nın sözcülüğü, Soğuk Savaş’ın yıpratıcı etkisine kıyasla, güvenli bir politikaydı.

Yazar, Nasır’ın Batı’nın (özellikle Amerika’nın) Mısır’daki baraj projesine verdiği desteği çekmesi nedeniye Süveyş Kanalı’nı devletleştirmek zorunda kaldığını ileri sürüyor. Kanal’daki çıkarlarını korumak için İsrail’in desteğini de alarak Mısır’a savaş açan İngiltere ve Fransa, istediklerine ulaşamadan savaşı sonuçlandırdıklarında arkalarında Ortadoğu’daki karizmasını perçinleyerek bir halk kahramanına dönüşen Nasır’ı ve milliyetçilik dalgasının doruğa çıktığı Mısır’ı bırakmışlardı. Karizmasını Suriye ve Yemen’in katıldığı Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin liderliğine tahvil etmek isteyen Nasır’ın çabaları başarısız olacak ve üçlü ortaklık bozulacaktı.

1960’lara sanayileşme politikasıyla giren Mısır’da 60’ların ortasında gelindiğinde rüzgâr tersine dönmüştü. Ekonomik sıkıntılar Nasır’ı zorlamaya başlamış ve oluşan güvensizlik ortamı muhaliflerini izlemek için ülkede bugün de etkinliğini sürdüren istihbarat aygıtı muhaberatı kurmaya itmişti.

1967’de İsrail’e karşı savaşı onur kırıcı bir şekilde kaybeden Nasır’ın karizması sarsıldı. Nasır dengeleri tekrar kurabilmek için Sovyetlere yaklaştı. 1970’te kalp krizi geçirip öldüğünde Ortadoğu halkları Nasır’ı bütün başarısızlıklarına rağmen Batı’ya kafa tutan ve Mısır’ı Arap dünyasının lideri yapan tarihi bir şahsiyet olarak uğurladılar.


Sedat kapıları açıyor

Nasır’dan sonra başa gelen Enver Sedat 1973’te Suriye ve Ürdün’le birlikte İsrail’e savaş açtı. Savaşın ilk günlerinde kazanılan başarılar, İsrail’in yenilmezlik unvanını ortadan kaldırdı (Marsot, 2007:132). Yazar, Sedat’ı, “savaşı izleyen yıllarda Nasır döneminde kaybedilen Sina’yı alma siyaseti izleyen bir lider” olarak tasvir ediyor. Sedat’ın devletçi politikalardan kapitalizme kayışı da bu bölümde anlatılıyor. Açık kapı (infitah) politikası, yazara göre, Mısırlı memurların büyük kısmını sıkıntıya soktu.

Sedat döneminin kırılma noktası 1978’de İsrail’le imzalanan Camp David Antlaşması. Mısır bu antlaşmayla Sina’yı alsa da Arap Birliği’nden uzaklaştı. Camp David sadece bölgede değil Mısır’da da tepkilere neden oldu. Hız kazanan Batılılaşma politikalarına karşı tepkilerini sertleştiren İslami örgütler, Camp David’in intikamını bir askeri tören sırasında Sedat’ı öldürerek aldılar.

1981’de Sedat’tan sonra başa geçen Hüsnü Mübarek, geride kalan otuz yıl boyunca Mısır’ı demir yumrukla yönetti. Muhalifleri susturmak için güvenlik aygıtını kullanmaktan çekinmedi. Bu da rejime tepkili İslamcıların radikalleşmesini tetikledi. Sınıflar arasındaki eşitsizliklerin derinleşmesi de alternatif bir yönetim modeli öneren İslamcılara verilen desteği artırdı. Yazarın Sedat’a ve Mübarek’e muhalif olan akımları anlatırken Müslüman Kardeşler’e vurgu yapmaması önemli bir eksiklik olarak değerlendirilebilir.

Günümüzde Mısır, 2011 sonbaharında yapılacak seçime hazırlanan Mübarek ailesi ile muhaliflerin arasındaki gerilime teslim olma durumundaki bir ülke. Marsot’un kitabı okuyucuya bu gerilimin arka planını göstermesi açısından önemli. Kitap her ne kadar bir bibliyografya içermese de seçilmiş kaynakça sunuyor.


Not: Bu yazıyı yazdıktan yaklaşık 1 ay sonra Mübarek bir halk ayaklanmasıyla devrildi.

May 9, 2011

Hrant’ı Anarken: Pasajlar, “Bilenler” ve Yıldızlar



Bu yazıyı Ocak 2011'de yazmış ve yayımlanması için doğudan dergisi'ne göndermiştim. Derginin gelecek sayısında yayımlanacak bu yazımı bizimle adeta dalga geçercesine, Hrant Dink cinayetinde ihmali olanların hatalı müfettiş raporları göz önünde bulundurularak verilen yargı kararlarıyla görevlerine dönmeye başlamaları üzerine blogumda yayımlamaya karar verdim. Artık Yeter!

Kıvanç Özcan


Bazı Anadolu kentlerinde sadece ‘bilenler’in uğradığı pasajlar vardır. O pasajlarda da yine ‘bilenler’in uğradığı çay ocakları olur. Şehirlerin çarpıklığına elveren devasa işhanlarının altına sığınan bu ocakları, sigaraya erken başlamış çıraklar, sabahları uykulu gözlerle, büyük demir panjurları gıcırtıyla kaldırarak açarlar ve ‘bilenleri’ beklemeye başlarlar. Çok geçmeden, ‘bilenler’, uzak istasyonların sesini taşıyan eski radyoları dinlemek ve sigara dumanlarına takılıp zamanı seyretmek için pasajdaki sararmış plastik sandalyelere sıralanırlar.

15 Ocak’ta İzmir’deki Fransız Kültür Merkezi’ndeki etkinlikten tesadüfen haberdar oluşum ve merkezin duvarlarını kaplayan muhtelif etkinliklerin içerisinde benim katıldığım anma etkinliğine dair hiçbir duyurunun yer almaması hatta bu koca şehirin bütün duvarlarının bu anma toplantısına sessiz kalışı üzerine kafa yorduğumda kendimi o pasajdaki sararmış plastik sandalyelerden birinin üzerinde zamanı seyrederken buldum. Sahnede konuşan adamı dinleyen diğer ‘bilenler’in yüzlerinde karanlık pasajlardaki çay ocaklarına yakıştıramadığım, güvercin tedirginliğinden devşirilmiş bir hüznü, öfkeyi ve umudu okudum.

Konuşmacılardan Hayko Bağdat, usulüne göre gömülmemiş yüzbinlerce Ermeni kardeşimizi bu toprakların âdetine göre gömme görevinin vicdan sahibi Türkiyelilere ait olduğunu söyledikten sonra ekledi: “Bu kardeşlerimizin üzerine son toprağı atıp bir fatiha okuduğumuzda dünyanın bütün topraklarından amin sesleri yükselecek.” Diğer konuşmacı Kemal Gökhan, devletin Hrant Dink cinayetini soruşturamayışını anlatırken egemenlerin tutumunun bir hukuk komedisi olduğuna dikkat çekti. Gökhan, adalet taleplerimize devlet katlarından gelen tepkileri üç kelimeyle özetledi: “Bizimle dalga geçiyorlar!”

Konuşmalar devam ederken sık sık duyduğumuz kolektif irade, zihniyet yapısı ve resmi ideoloji üzerine düşündüm. Hayatımızı belki de en çok etkileyen bu kavramları somutlaştırıp onlara sorular soramaz mıydım?

Halep güneşi yüzümü yakarken sarı kesme taş binaların sıralandığı dar sokaklardan geçip Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı El-Jideyde mahallesine giriyorum. Suriye’nin en güzel restoranlarından olan Matam Sisi’ye doğru ilerlerken, restoranın yan tarafındaki gümüş dükkanına takılıyor gözlerim. Yaklaşık on dakika sonra Harout’la birlikte dükkanın önünde çayımı yudumlarken buluyorum kendimi. Akıcı Türkçesiyle, acı acı gülümseyerek konuşan bu genç adamın İstanbul sokaklarına ne kadar yakıştığını düşünüyorum. Der Zor çöllerindeki kiliseden ve oradaki anma törenlerinden konuşurken Harout aylardır içimde soğuk bir demir gibi gezinen soruyu soruyor: “Benim seninle hiçbir sorunum yok. Ama sen de bana söyle kardeşim, benim burada ne işim var?”

“Böceklerden ve kelebeklerden korkup pencereleri niye kapatıyorlar?” diye soruyor Francoise. “Zaten bütün kış böcekler ve kelebekler olmayacaklar.” Haklısın, der gibi gülümseyerek bakıyorum Norveçli arkadaşımın yüzüne. Yapmakta olduğu bir ödevi üzerine konuşmaya devam ediyoruz. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) Norveç’le ilgili davaların olduğu sayfayı açtığında ben de ülkem hakkında açılan davalara bakmak istiyorum. Gözlerimin önüne sayfalarca uzanan bir utanç dosyası açılıveriyor. “Farklılıklarımızdan korkup neden insanlığın kapılarını kapatıyorlar?” diye soruyorum Francoise’ya. Zaten farklılıklarımız olmazsa insanlığımız da olmayacak.

Evet... Arkadaşımı ensesinden vurarak öldüren kollektif irade, zihniyet yapısı ya da resmi ideoloji! Sen kanlı canlı bir insan olaydın sana iki soru sorardım: “Halepli arkadaşım Harout’un gözlerindeki acıya bakabilir miydin? Farklı oldukları için, senin benzetmek istediğin o cehenneme ait olmayı reddettikleri için yok ettiğin insanlarla birlikte bu topraklardan hukuk, vicdan ve insanlık da göçüp gidiyor, utanıyor musun şimdi?”

Adaletin olmadığı Türkiye denilen bu okyanusta yırtık yelken bezleriyle karaya varmaya çalışan biz ‘bilenler’ hala Halaskargazi’deki o tozlu kaldırımda yatan arkadaşımızı anmak için 19 Ocak’ta buluşmak üzere birbirimizden ayrılıp şehrin sokaklarına dağıldık.

19 Ocak’ta akşamüstü saatlerinde Konak Meydanı’ndan geçenler, yüzlerce insanın 4 yıldır “yüzleri olmayan” vicdansızlara karşı yükselttikleri “adalet istiyoruz!” çığlıklarını duydular. Yüzlerce farklı yüz, tek bir bayrağın yani “vicdan”ın arkasında yürürken, körfezin üzerinde “bilenler”e göz kırpan yıldızlar eminim aşağıdan yükselen türküye eşlik etmişlerdir: “gaynel es gat gı nımanis/ patsvel es vart gı nımanis” (beyazsın süt gibi/ açılmış bir güle benziyorsun). Başımı kaldırıp gökyüzüne baktığımda hemen bildim:

O yıldızlardan birisi Hrant’tı…

Son olarak, biz ‘bilenler’ kentin sokaklarına dağılmadan önce söylemek isteriz ki: Ey, her “Hrant” deyişimize, “vicdan” deyişimize, “adalet istiyoruz” deyişimize burun kıvıran, kanı kanla yarıştırıp “ee, o zaman şunu da bunu da anın” diye bize görev vermeye çalışan küflü demokratlar! Saf vicdandan mürekkep sesimizden ve adalet talebimizden ne kadar rahatsız oluyorsanız ve korkuyorsanız, ellerinizdeki kan da o kadar fazla.

Temelini faşizmle attığınız, sıvasını ırkçılıkla çaktığınız evlerinizde ellerinizin kanını nasıl yıkayacaksınız, bilmiyoruz ama bildiğimiz tek bir şey var: Yarattığınız cehennemi vicdanımızla yıkayıp yeni bir ülke kuracağız: Hrant’ın ülkesini...

May 7, 2011

en route to downtown

yalnızlığım ve tren peşpeşe
uykulu, flu ve gri bir teslimiyet gecede

yalnızlığım önde tren arkada
iki rayda dörtnala
tren yalnızlığıma yetişiyor
şehir ışıklarından
yalnızlığımın gözleri kamaşıyor

onu kalbimin kancasına asıyorum
eve sürüklüyorum
kapıya bağlıyorum

yatağımda derin bir çukur
dünden, foça'dan, martılardan
motorumun arkasında uçuşan saçlarından

yalnızlığım kapıda ağlıyor
çukur ne kalabalık
çocuklar oynuyor


Kıvanç (16 Nisan - 7 Mayıs, İzmir)

May 6, 2011

bU bİr EyLeM çAğRıSıDıR!









bU bİr EyLeM çAğRıSıDıR!

Şifreleriyle, bıyıklarıyla, filtreleriyle, yasaklarıyla üzerimize geliyorlar. Korkuttukları basının yazamadıklarını yazmamızdan korkuyorlar. Kimsenin görmesini istemediklerini görmemizden korkuyorlar. Kral çıplak diye ortalığa çıkmamızdan korkuyorlar. Dokunanı yakıyorlar.

Yanacağız. Biliyoruz. Korkmuyoruz. İmzamızı buraya atıp 15 Mayıs'ta sokağa çıkıyoruz.

Kış dönümü...

Yılların ardından… bir merhaba – uzaklarda kalan kendime de! İçtenlikle...   Yazarım belki bundan böyle. Kapattığım kapılar açılır, küfleri ...