January 11, 2011

Hiç Kimsenin ve Hepimizin Şehri: “Fettan Kudüs…”



Ayşe Karabat, Kudüs’ün Gönüllü Sürgünleri, Everest Yayınları, 2010, 2. Baskı, 370 s.


Kıvanç Özcan


“Ey Kudüs, unutursam seni, sağ elim hünerini unutsun… Seni anmaz, en büyük sevincimden üstün tutmazsam, dilim damağıma yapışsın…” (Tevrat’ın “Mezmurlar” bölümünden bir yemin)

Türkçede Orta Doğu üzerine yazılan kitapların büyük çoğunluğu siyasi ve stratejik bakış açılarının veya akademik bilgi verme çabalarının matematikselliğine ve soğukluğuna hapsolmuştur. Orta Doğu muhabirliği günlerinden ve Radikal Gazetesi’ndeki yazılarından tanıdığımız Ayşe Karabat’ın Kudüs’ün Gönüllü Sürgünleri isimli romanı, bu soğuk ve matematiksel anlatıları aşmaya çaba gösteren bir çalışma...

Yazar, bu kitapta, Kudüs’te geçirdiği zamanda yaşadığı acılara tanıklığını okurlarla paylaşıyor. Kudüs’ün Gönüllü Sürgünleri “birgün barışın da romanını yazma hayaliyle…” diye başlayan bir savaş romanı aslında. Bu satırları yazmaya başlamadan yaklaşık 4 ay önce Kudüs sokaklarında dolaşırken hissetiğim duyguların tekrar alevlenmesini sağlayan bu romanı Filistin ve İsrail’de geçirdiğim günlerde aralayabildiğim Kudüs’ün perdelerini biraz daha açabilme umuduyla okumaya başladım.

Kudüs’te çalışan gazetecilerin başlarından geçenleri Orta Doğu’nun sürekli değişen siyasi gündemiyle ve bu gündemin günlük hayata yansımalarıyla iç içe geçirip anlatan Karabat, kavgaların ve çatışmaların gelip geçiciliğini, Harem-i Şerif’teki altın kubbenin umursamazlığı ve vakurluğu ile birleştirip Kudüs’ü kendi deyimiyle “fettan bir şehir” olarak romanın merkezine koyuyor. Hiç kimseye ait olmayan, çünkü herkese ait olan Kudüs, kendisine sahip olmaya çalışanların felaketi olurken, kendisini rahat bırakanlara bütün güzelliklerini cömertçe sunuyor. Karabat, ana karakterlerini beraber habere çıkan ve izlenimlerini akşamları İsrailli Daniella’nın “Barood” adlı barında paylaşan Orta Doğu muhabirlerinden oluşturduğu romanında “herkesin Kudüs’ü”nü anlatmaya çabalıyor. Karakterleri, İsrail ve Filistin topraklarında yaşananları dünyaya bazen heyecanla bazen de çaresizlik ve üzüntüyle aktaran gazeteciler; Nadya, Steve, Frank, Saadet ve Saadet’in kızı Hazal. Nadya, Fransa’da yaşayan, üçüncü kuşak bir Filistinli. Annesinin bütün engellemelerine rağmen dedesinin ve babaannesinin ona öğrettiği mültecilik değerleri onda kimliksizlik ve ait olamama duygusu yaratmış. Bu duygunun hayatında yarattığı fırtınayı, ait olduğunu fark ettiği şehire, Kudüs’e yerleşerek dindiriyor. Dikkatli okuyucular Nadya’yı huzursuz eden bu kimliksizlik ve ait olamama duygusunun aslında dünyanın dört bir tarafına dağılan Filistinli mültecileri saran ortak duygu olduğunu fark edeceklerdir. Okuyucular, Frank’ın Danimarka pasaportu taşıyan mülteci doktor Muhammad’la “geri dönmek” üzerine yaptığı konuşmayı okurken şu soruyu sorabilirler: “İnsan hiç görmediği bir yere geri döner mi?” Sorunun cevabı ait olamama ve kimliksizlik duygusunun derinliğine işaret eder:

Evet, Filistinli ise döner!

Ne var ki yazar, mültecilere özgü geri dönmek ile yaşam arasındaki güçlü bağı ellerindeki anahtarları sallayarak yürüyen beyaz entarili yaşlı Filistinliler üzerinden anlatırken okuyucuyu, üstü kapalı olarak, mülteci sorununun yeni kuşaklar tarafından farklı algılanabileceğini düşünmeye çağırıyor.

Gerçek adı “David” olan Steve, romanın sonlarına doğru Kudüs’teki Yahudi mezarlığını kuşbakışı gören Mabed Tepesi’nden aşağıya atlayarak hayatına son veren, kafası bir hayli karışık… Yıllar önce Yahudi olmayan birisine aşık olduğu için ailesinin tepkisiyle karşılaşıp intihar eden ablasının acısını ve lüle saçlarını kestiği için dayak yediği aşırı dinci babasına duyduğu nefreti alkolle savurmaya çalışan bir Yahudi. Steve’in ancak hayatına son vererek kurtulacağına inandığı acıları, aslında “İsrail-Filistin meselesine nasıl yaklaşmamalı?” sorusunun cevabını bizlere veriyor. Akıl ve mantıktan yoksun, dünyaya kendi dini değerlerini merkeze alarak bakan ve başka insanları umursamayan bir yaklaşım sadece Steve’in değil, bütün Orta Doğu’nun felaketi olacaktır.

Danimarkalı Frank, Orta Doğu’nun ateşinden ve büyüsünden kendisini diğer gazetecilere kıyasla uzak tutmayı başarabilen, masabaşı çalışmaktansa çatışmaların kalbinde olmayı seven, soğukkanlı, eşi Karen’la evliliğini noktalamaya çalışan ve Türkiyeli Saadet’e aşık olan bir gazeteci... Saadet ise evlenmeden çocuk sahibi olan, özgürlüğüne düşkün, asabi olduğu kadar kırılgan, kızı Hazal’la birlikte aslında biraz da huzuru aramak için Kudüs’te çalışan, NTV’nin Orta Doğu muhabiri, Türkiyeli gazeteci... Kimilerinin hayatlarını ellerinden alan Kudüs, ona hayatının aşkını, Frank’ı veriyor. Saadet’in kızı Hazal ise romanda karmakarışık bir denklemi açabilecek, basit ama can alıcı soruları soran, farklı dinlerden ve etnik kimliklerden çocukların beraberce eğitim gördüğü Fransız okuluna giden bir karakter olarak karşımıza çıkıyor.

Romanın en güçlü yanlarından birisi, Orta Doğu’yla ilgili bilgilerin, herhangi bir kopukluğa yer verilmeden öykünün akışı içerisinde işlenmiş olması. Örneğin, koşer (helâl) yemekler, et ve süt ürünlerinin beraber tüketilmemesi, Kudüs’teki Yahudilerin Şabat’ı nasıl yaşadıkları, Yahudilerin Mısır’dan çıkışının hatırlandığı Seder, Hamursuz Bayramı, dindar Yahudilerin evlilikleri gibi Yahudi kültürüyle ilgili bilgiler öğreticilik kaygısına kapılmadan ve romanın gidişatından sapmadan okuyucuya anlatılıyor. Romandan taşmayan, karakterlerin üzerinde sırıtmayan, olaylara eğreti durmayan, kurgunun içine ustalıkla yedirilmiş bir genel kültür bilgisi edinebiliyoruz.

Bölgeye ilişkin bilgilerin öykünün ana gövdesine eklemlenmesinin en başarılı örneği Nadya’nın gördüğü rüyada İsrail’in kuruluşunun anlatılması... Birleşmiş Milletler’in 1947’de Filistin topraklarını paylaştırma kararından sonra olanlar Nadya’nın ağzından anlatılırken, o günlerin siyasi atmosferi doğru yansıtılıyor. Düzensiz Arap orduları ve birbirlerine kazık atma peşinde olan Arap devletleri, çok daha örgütlü ve askeri açıdan donanımlı İsrail karşısında yenilgiye uğrarken, yazarımız, İngiltere’ye de dokundurmayı ihmal etmiyor: “Burayı birbirine katıp sonra da ‘biz gidiyoruz’ diyerek çekilemezler” (Karabat, 2010: 52).

İsrail Devleti’nin kuruluşu sırasında gerçekleşen ve onlarca Filistinli’nin hayatını kaybettiği Deir Yassin Katliamı ve ona karşılık yapılan Etzion Block Katliamlarını okurken aklıma gelen ve yanıtlarını henüz veremediğim soruları paylaşmak isterim: İşgal edenin katliamları ile işgale uğrayanın buna cevaben gerçekleştirdiği saldırılar aynı kefeye konuluyorsa, bu eşleştirme bizatihi işgal edilene karşı en az işgal kadar bir haksızlık daha yaratmıyor mu? İsrail Devleti işgali bitirmeden Filistinli örgütler şiddeti durdursalar, Filistin halkı ne gibi haklar elde edebilir?

Hayata Gazze’den baktığımızda bu sorulara vereceğimiz yanıtlar farklı olabilir. Karabat’ın tasviriyle, “yarıaçık cezaevi, cehennem, erkek egemen, kalabalık, içkinin rüşvetle alındığı ve silahların kolayca elde edildiği” bir toprak parçası olan Gazze’de yaşayanlar için şiddet, bazen kurtuluş ya da kaçış olarak da okunabilir. Zaten, Şeyh Ahmed Yasin’le mülakat yapan gazeteci Nadya da ‘Gazzeli olsam ne olurdum?’ sorusunun yanıtını açık bir şekilde veriyor: “Hamaslı”

Kitabın intihar bombacıları ve terörle ilgili bölümleri bir başka soruyu tetikliyor: Şehirlerdeki sivillere yönelik saldırılarla Filistin topraklarının işgal edilmesi suretiyle inşa edilen Yahudi yerleşimlerine yapılan saldırılar aynı kefeye mi girer? Yazar, bu soruyu cevaplarken sadece dindar ve radikal Yahudilerin yerleşimci olmaya gönüllü oldukları ön kabulünden yola çıkmamızı engelleyecek ilginç bilgiler sunuyor. Dindar olmayan, barışsever, siyasi ya da ekonomik nedenlerle yerleşimlerde yaşamak zorunda kalan insanlardan bahsediyor (Karabat, 2010: 134). Böylesi bir durum iki toplumun kanlı bir şekilde iç içe geçtiğinin de göstergesi… Hakkında konuştuğumuz topraklar, bir soruya tek ve net bir yanıtın verilmesini zorlaştırıyor.

İsrail ordusunun Filistinlilere karşı acımasız tutumunu bütün çıplaklığıyla gözler önüne seren bu roman, bizi çatışmalar ve işgaller sırasında ordunun taş atan gençlere karşı gaddarca tutumuna, kontrol noktalarındaki eziyetlere, askerlerin Filistinlileri sürekli azarlamalarına, hatta Arapların çantalarını silahlarının namlusuyla karıştırmalarına tanıklık yapmaya çağırıyor. Kontrol noktalarında bekletilirken doğum yapmak zorunda kalan Filistinli kadınlar bize, savaşın -siyasi ve askeri alanlara hapsolmak şöyle dursun- sıradan hayatların bile merkezine yerleştiğini anlatıyor.

İsrail ve Filistin toplumlarıyla ilgili yerleşik algılarımızı sarsacak öykülere yer veren Kudüs’ün Gönüllü Sürgünleri, akademik dünyada halen yanıt bulamamış “kimin Yahudi ve İsrailli olduğu”na dair kadim tartışmaya da göndermelerde bulunuyor. Rusya’dan göç eden Yahudilerin İsrail toplumuna kolayca kabul edilmedikleri ve bu kabulü kolaylaştırmak için ordudaki en sıkıcı işlere talip oldukları, işsiz kalanların ise kendi aralarında kurdukları internet sitelerinde Yahudi düşmanlığı yaptıkları İsrail kimliğinin çok parçalı yapısına ilişkin farklı anektodlardan sadece biri (Karabat, 2010: 58)… Yazara göre, İsrailliler, her ne kadar kendilerini “Avrupalı” saysalar da alışkanlıkları onların Orta Doğulu olduklarının kanıtı...

Karabat’ın kimlik meselesini “filtreleyerek” çektiği fotoğraflarda Filistinliler de kadraja giriyor. Nadya’yı ‘sınır’daki kontrol noktalarına götüren taksici Julani, Doğu Kudüs’te oturan ve İsrail pasaportu taşıyan, İsrail plakalı arabası yüzünden Filistin tarafına geçemeyen ama İsrailliler ile iyi ilişkiler kuran, belki de kurmak zorunda kalan bir Filistinli. Hem Yahudilerin hem de Arapların kullandığı bir isim olan ‘Julani’ kimlik karmaşası içinde ekmek parası peşindeki taksi şoförünün belki de yegâne silahı...

Kitabın başarıyla vurguladığı mesajlardan birisi de işgalin hem işgalciyi hem de işgale uğrayanı çürüttüğü gerçeği... İşgalci ve işgale uğrayanın tek ortak noktası olan bu çürümenin Filistin ve İsrail toplumlarında açlık ve sefaletle atbaşı giden yansımaları dikkate değer. Yahudiler adına Filistin topraklarında ev alan Filistinliler, gözleri kapalı halde bile kalaşnikofları söküp tekrar birleştirebilen 12-13 yaşlarındaki çocuklar, İsrail mallarının Arap pazarlarında satılmasını kolaylaştıran ekonomik işbirlikçiler madalyonun bir yüzünde yer alırken; en küçük eleştiri karşısında muhataplarını anti-Semitik olmakla suçlayan, İsrail’de geçirdiğim süre boyunca benim de hergün şahit olduğum M-16 tüfekleri taşıyan İsrailli çocuklar ve paranoyaklaştığına dair hiçbir şüpheye yer bırakmayan İsrail’in güvenlik anlayışı, madalyonun öteki yüzünde belirliyor. Bu çürümüşlüğün mantıksız sonuçları da kitaba eklenmiş. Örneğin, işbirlikçilerin linçten kurtulmak için intihar bombacısı olmayı kabul etmeleri (Karabat, 2010: 111) bizi intihar saldırıları üzerine bir kez daha düşünmeye çağırırken, İsrail Devleti’nin işbirlikçi devşirebilmek adına birçok Filistinli’yi suçsuz yere gözaltına alması da Filistin toplumunun karşı karşıya olduğu düşmanın hukuk tanımazlığını anlatmak için fazlasıyla yeterli kanıt sunuyor.

İntihar saldırılarının hayatın günlük akışını dalgalandırması romanın akışı içerisinde açıklanırken okuyucuyu şüphesiz en çok sarsacak olanı Saadet’in kızı Hazal’ın okula giderken kılpayı kurtulduğu saldırı... Hazal, annesi daha fazla üzülmesin diye, yere düşen saldırganın başının “yanarak yere düşen bir kuş” olduğunu söylüyor. Karabat, intihar saldırılarının yansımalarını aktarırken, ılımlı Filistinlilerin mücadelesini içten içe destekleyen İsraillilerin her intihar saldırısından sonra iki toplumun beraber yaşayabileceğine dair umutlarını kaybettikleri, hatta İsrail sağına meylettikleri mesajını vermeye çalışıyor. İki toplumun birlikte yaşamasına dair umutlar o kadar kırılgan ki, bu kırılganlık Yahudi, Arap ve başka etnik gruplardan çocukların beraber okudukları Fransız okulundaki bir sınıfın tahtasındaki yazıyla somutlaşıyor: “Yahudilere Ölüm!”

İşgalin ve ezilmenin dayanılmazlığını intifadalarla kusan Filistinlilerin isyan günlerinden de kareler içeren kitap, bizi Ramallah’taki Manara Meydanı’nda linç edildikten sonra ayaklarından asılan Filistinli ‘işbirlikçi’lere, sokağa çıkma yasaklarına, İsrail askerlerinin ev baskınlarına uğratıyor, insanları nefretle bileyip tıpkı hemşire Vefa gibi intihar bombacısı olmalarına yol açan sürece götürüyor. İsrail’in İntifada günlerindeki misillemelerine Filistinlilerin günlük rutinlerini bozmadan, mesela nargile içerek cevap vermeleri de zulüm karşısında takınılacak pasif direnişi göstermesi açısından öğretici...

İsrail Devleti’nin Filistinlilere yönelik öfkesi sadece İntifada’ya verilen tepkilerle sınırlı değil. Batı Şeria’daki Filistin kurumlarını ve güvenlik aygıtlarını çökertmeyi amaçlayan Koruyucu Kalkan Operasyonu, romanda ayrıntılandırılıyor. Karabat, bizi bir taraftan duvarları buldozerlerle yıkılmış ve kuşatılmış olan Arafat’ın karargâhı Mukata’ya ve İsrail askerlerinin yağmaladığı Ramallah’taki dükkânlara götürürken, diğer taraftan Cenin mülteci kampının ıssızlaşan sokaklarındaki yaralıları almasına izin verilmediği için, o yaralıları ölülerin altına saklayarak hastaneye taşıyan ambulansların sirenlerini duymaya çağırıyor.

Koruyucu Kalkan Operasyonu devam ederken Yaser Arafat’ı karargâhında ziyaret eden gazetecilerle Ebu Ammar arasındaki konuşmalar, Filistin liderinin kişiliği hakkında fikir veriyor. Kuşatma altındaki Mukata’da muhabirlerle yemek yiyen Arafat kameralar çalışırken gözlerinden alevler saçan bir kurt oluyor ama kamera ışıkları kapandıktan sonra cömert, yumuşak sesli, muhabirlere gülümseyerek kendi elleriyle elma soyan yaşlı bir dedeye dönüşüyor. Arafat’tan sonra kopan tufana dair ipuçlarını da bulabiliriz Kudüs’ün Gönüllü Sürgünleri’nde. El Fetih’in yeni kuşak liderlerinden Mervan Barguti’nin İsrail tarafından hapsedilmesine en çok eski kuşak Filistin liderlerinin sevinmesi, Filistin yönetimindeki sorunlara ve Hamas’ın yaklaşan ayak seslerine işaret ediyor. Filistin topraklarının fiili olarak ikiye ayrıldığı son seçimden önce yazılan bu kitap, çok isabetli bir biçimde, Hamas’ın Filistin halkının gündemine daha yakın olduğunu ve El Fetih’in halktan koptuğunu anlatıyor. Zaten kitabın ilk baskısından (Carpe Diem Yayınları, 2007) sonraki gelişmeler de yazarı doğruluyor. Gerçekle kurguyu bu denli başarılı biçimde ulayan bu çalışma hakkında ilginç bir ayrıntıyı aktaralım: Eserin 2007’deki ilk baskısının kapağında türü “roman ya da gerçek” olarak belirtilmiş… Fazla söze ne hacet..!

Filistinlilerin kendi içindeki çatışmaları, kitaptaki ifadesiyle, “ne idüğü belirsiz Ürdün”ün bölge siyasetindeki varlığı ve İsrail toplumunda Filistin mücadelesine destek olabilecek kesimler, Karabat’ın sorusunu güçlendiriyor: “Her şeyin sorumlusu İsrail’dir” dediğimizde, acaba sadece içimizi soğutup kendimizi mi tatmin ediyoruz? “Allah’ı bile dinlemeyen Şaron”un (Karabat, 2010: 241) ülkesinde orduya katıldıktan sonra Filistinlilere yapılan zulmü görüp de vicdani retçi olanlar, ilkesel bir kararla ellerine silah almak istemeyenler ve devletin suikast politikasında yer almak istemeyen savaş uçağı pilotları insan olabilmenin etnik ve dinsel kimliklere hapsedilemeyecek kadar yüce bir erdem olduğunu bize hatırlatıyor.

Kudüs’ün bütün insanlığa ait olduğu temasını işleyen Kudüs’ün Gönüllü Sürgünleri’nin belki de tek kusuru, romanın kurgusuna ve sürükleyiciliğine gölge düşüren yazım hataları. Aynı sayfada iki farklı şekilde yazılan ‘Netanyahu’ sözcüğü bunlardan sadece birisi. Genelde akademik analizlerin ve çatışma haberlerinin soğukluğuna ve ürkütücülüğüne hapsedilen Orta Doğu, Ayşe Karabat’ın kaleminde insan hikâyeleriyle ve vicdani duygularla dile geliyor. Orta Doğu’nun kalbinde, bir zamanlar tepsi gibi dümdüz olduğuna inanılan dünyanın tam ortasındaki Kudüs şehri yer alıyor (Karabat, 2010: 269). Orta Doğu denilince sadece barut kokusu alanları İran’daki safran, Mısır’daki kekik, İsrail’deki sarımsak, Lübnan’daki kavrulmuş fıstık ve Filistin’deki kimyon kokularına çağıran Kudüs’ün Gönüllü Sürgünleri hepimizi barış ülkesine davet eden bir Orta Doğu romanı…

*Bu yazı doğudan dergisinin 18. sayısında (Milli Eğitim İdeolojisi ve Türkiye) yayımlanmıştır.

1 comment:

Necla said...

Etkileyici görünüyor, okuyacağım. Ece temelkuran ı okumuştum, ortadoğu içine çekmişti beni zaten...

Kış dönümü...

Yılların ardından… bir merhaba – uzaklarda kalan kendime de! İçtenlikle...   Yazarım belki bundan böyle. Kapattığım kapılar açılır, küfleri ...