January 24, 2010

Türkiye'ye veda...


Bir şehri bırakmak…

Veda cümlelerinin özneleri sadece gidenler nesneleri de el sallayan insanlar mıdır? İzmir’de ıslak bir Ocak akşamı Karşıyaka’nın ışıklarına bakarken aramızda huzursuzca uzanan körfeze bakarak bu sorunun cevabını verdim: Hayır!

Eski izlerin peşinde bir dedektif gibi dolaşmayı severim. Ne zaman New York’a gitsem yakın gelecekte kaybolacağı artık görünen siyah-alt-kültür etkilerini Harlem duvarlarındaki graffitilerde arar ve kendimce buradaki hayatın, insanların ve kültürün 80’lerde, 90’ların başında nasıl olduğuna dair çıkarımlar yaparım.

Ne zaman İzmir’e gitsem…. Şehrin sokaklarında hala karşımıza çıkan, arkadaş evlerine giderken kapı zillerinde bize gülümseyen Rumlar ve Yahudiler belirir gözlerimin aynasında.

Dün gece varyanttan aşağılara bakarken iç sesim bana usulca Tsiamoulis-Kalimeri’nin Lonely Land’deki şarkılarını söyledi. Gecenin karanlığında ilerleyen arabadan İzmir’e baktım son defa: Bana gülümsüyordu…


Bir ülkeyi terk etmek

Orta-uzunluktaki İsveç günlerim kaybettiğimi düşündüğüm performansımın birazını bana geri verdi. Yaptığım işlere, düşüncelerime kimsenin müdahale etmediği uzak iklimlerde kendimi daha iyi, daha özgür hissettiğimi bir kez daha görmüş oldum. Çok bilmişlerden azade ruhumun, yabancı şehirlerin arka sokaklarında dolaşmak, kütüphanelerinde saatler geçirmek, yeni insanlar tanımak, şiir yazmak ve yalnız kalmayı istemek gibi arzuları ve ihtiyaçları var ne yazık ki. Bunun için beni özleyecekler kusura bakmasınlar lütfen.

Yazılarımdan ve düşüncelerimden dolayı, benden kurtulduklarını düşünenler, gidişime sevinen ve bunu e-postalarda belirtenler; ya da DC günlerimin daha çok okuma ve yazı olduğunu bildiklerinden aylardır beni kıstırmaya çalıştıkları kapanlardan kurtulduğum için üzülenlere söyleyebileceğim tek bir şey var: Yazılarımı roketlemeye ve sinirlerinizi bozmaya büyük bir keyifle devam edeceğim, zira yazmaya ve konuşmaya engel değil mesafeler!
Hoşçakal Türkiye… Seni özleyeceğim.

Washington bavulu ve dedemin fucudin kremi

Yüzümde, hiç de umursamadığım, muhtemelen benim düzensiz sakal tıraşı rejimimin ve berberin hafif acemiliğinin ürünü olan kızarıklıklara bakarak elindeki Fucudin kremi uzatıyor dedem. Fucudin krem dedemin jokeridir, sihirli bastonudur, en iyi arkadaşlarındandır. Dizine de beline de eline de sürdüğünü görmüşümdür. Acaba bir Fucudin sürsem geçer mi yeni bir başlangıç öncesi yaşanan tedirginlik ve huzursuzluklarım?

Washington bavulumda sadece giysiler yok elbette. İncesaz ezgileri, Tezer Özlü’nün yalnızlığı ve Hayyam’ın rubaileri de DC’de benimle olacaklar.
Neyse…

Kar yağıyor İstanbul’a. Dilek Türkan’ın sesinden “Aşk Bitti” isimli şarkıyı dinliyorum.

Sabahın büyüsü sokulmuş yatağıma
Dokunsam bozulur dokunamam
Günün ilk ışığı erişir dudağıma
Ayrılık busesidir bu, vakit tamam.

Şarkının devamındaki gibi bir hüznün yüreğimi bölmesine izin vermedim. İnsanlar, sesler, gökyüzü, İstanbul… Uçağın kapısı ile merdivenin son basamağı arasındaki, ancak bir kişinin sığabileceği alanda durup arkama baktım. İstanbul’a gülümsedim ve içimdeki camlara bir cümle ansızın çarptı:

Ben kazandım!


Kıvanç
24.01.2010
İstanbul

No comments:

Kış dönümü...

Yılların ardından… bir merhaba – uzaklarda kalan kendime de! İçtenlikle...   Yazarım belki bundan böyle. Kapattığım kapılar açılır, küfleri ...