March 29, 2010

İçimdeki kefiyeler: İsrail günlükleri


(10-20 Mart 2010)

10 Mart

I.

Tez hocam haklıymış. Washington DC-Frankfurt uçuşun her zamanki gibi normal olacaktır ama Frankfurt-Tel Aviv uçuşundan önce göreceğin güvenlik önlemleri seni şaşırtmasın demişti. Şu anda, sadece bizim uçuşumuz için ayrılmış olan alanda, önümde eğilip, dedektörle aradığı yetmiyormuş gibi bir de eliyle malum bölgeye dokunan ‘güvenlikçi’ye şaşırmıyorum o yüzden. Zaten kendisi de pipimde metal olmadığını anlayınca dokunmayı bırakıyor.

Frankfurt havaalanının güvenliğinden bağımsız olarak İsrailli güvenlik görevlileri de çantaları arıyorlar. Söylememe gerek var mı bilmiyorum; yeterince kaba ve saygısızlar. Belki de üzerinde Boğaz köprüsünün resmi olan siyah renkli Mavi’nin İstanbul serisi t-shirt’üm onları biraz tahrik etmiştir. Malum Orta Doğu’da siyasi gündem bazen davranışlarımızı belirliyor.


Bugüne kadar gittiğim ülkelerden her anlamda farklı bir ülkeye gidiyorum. Ve İsrail Devleti için hassas sayılabilecek bir konuda araştırma yapacağım: İsrail’deki İslami Hareket. Orta Doğu meseleleri üzerine çalışan biri olarak Orta Doğu’ya ilk gidişim bu yolculuğu benim için daha heyecanlı hale getiriyor. Ayrıca sevinçliyim: Yaklaşık 2,5 ay sonra yaz tatilimin bir bölümünü Orta Doğu’da geçirmemi sağlayacak bir burs kazandığımı dün ögrendim.

Bu satırları yazarken bekleme salonuna siyah giysileri, şapkaları ve şapkalarının kenarlarından sarkan kıvrık saçlarıyla iki Ultra-Ortodox Yahudi giriyor. Onları izliyorum çaktırmadan. Bugüne kadar, televizyonda Ağlama Duvarı’nda dua okuyan Haredimlerin ve hemen onların dibinde namazdan çıkan Müslümanların görüntülerini izler ve Kudüs’ün büyülü bir şehir olduğuna hükmederdim kendimce.

Tam bunları düşünürken, karşımdaki bankta oturup beni ve bilgisayarımı süzen esmer kız internetin varsa yanına oturabilir miyim diyor. Ben daha cevap vermeden gelip oturuyor. İnternetim yok ne yazık ki diyorum. Kızla konuşurken bugün İsrail’de olacağını kardeşinin bilip bilmediğini facebook’tan kontrol etmek istediğini ögrendim. Konuşurken sorularını ardı ardına sıraladı: Yahudi misin? İsrail’de ne yapacaksın? Tez konun ne? Sonunda dayanamıyorum ve biraz şaka yollu güvenlikten misin diye sordum. Gülümsedi. İkimiz de biliyoruz; İsrail’e giden birisinin aklındaki en büyük kelime bu: Güvenlik.

Havaalanı çok küçük bir yere çıkamıyoruz dedi meraklı, esmer kız. Frankfurt Havaalanının Avrupa’nın en büyük havaalanlarından birisi olduğunu sadece bizim bulunduğumuz bölümün bu şekilde küçük olduğunu anlattım. Bunun da güvenlik sebebiyle böyle olmuş olabileceğini de ekledim. Demek ki Yahudi olduğumuz için bir yere çıkamıyoruz diye cevabı yapıştırıyor gülerek. Sanmıyorum, İsrail uçan kuşu kendine tehdit olarak algıladığı için ikimiz de bu daracık yerde bekliyoruz demek istiyorum ama vazgeçiyorum. İnsanlara bakarken hangilerinin Aşkenazi hangilerinin Sefaradim olduklarını tahmin etmeye çalışıyorum kendimce.

Bir kaç saat sonra Orta Doğu’nun kalbinde olacağım. Ve kahramanıma çok yaklaşacağım. Ebu Ammar beni duyuyor musun?
Hafif bir esinti yüzümü okşuyor. Uçak havalanıyor. İçimdeki kefiyeler dalgalanıyor…

II.
Daha önce de olmuştu. Uçakta uyursam farkında olmadan dişlerimi sıkıyorum. Sonrasında da, uyanınca müthiş bir ağrı ve uyuşukluk hissediyorum. İnişe 1,5 saat kala uyandığımda ağzımın sağ tarafını ve dişlerimin bir bölümünü hissetmediğimi fark ettim. Ardından müthiş bir ağrı başladı. Gözlerimden yaş geliyor. Dayanmak için yumruklarımı sıkıyorum. Hostesten bir ağrı kesici istiyorum. O da ancak rektal yolla alınan bir ağrı kesici olduğunu söylüyor. İçimden bu talihsizliğe bir küfür sallayıp ayağa kalkıyor ve uçağın içinde dolaşmaya başladım ağrıya dayanabilmek için. Pencereden aşağıya bakıyorum. Ege Denizi’nin üstünde uçuyoruz. Adalar, kıyılar: Türkiye kıyıları, dünyanın en güzel kıyıları uzanıyor aşağıda.

İnişe dakikalar kala ağrım hafifliyor, rahatlıyorum. Uçak Ben Gurion Havaalanına inerken yan koltuktaki Haredim dualarına devam ediyor. Hostesten özel olarak istediği yemeği yemediğini de görüyorum. Mırıltılı sesi uçağın motor sesine karışıyor. Ve piste teker koyduk. Artık Orta Doğu’dayım. Aklım bir kayıt cihazına dönüşüyor yavaş yavaş. Gördüğü ve duyduğu her şeyi kaydetmek isteyen bir kayıt cihazı. Uzun bir yürüyüşten sonra pasaport kontrol kabinlerinin bulunduğu bölgeye girdim. İsrail vatandaşları ile ‘ötekiler’ ayrılıyor. Dikkatimi ilk önce pasaport kontrol memurlarının neredeyse çocuk denecek yaşlarda olmaları çekti. Her kabinde iki kişi oturuyorlar ve pasaportlarınıza damga vurmadan önce size bir takım sorular soruyorlar. Sorular bir hayli fazla olduğu için sırada bekleme süresi de haliyle biraz uzun. Ben de beklerken pasaport kontrol bölümünün tavanındaki güvenlik kameralarını saydım. 18 taneydi. Yani sadece benim görebildiklerim.

Sıram geliyor ve 17 yaşlarında olduklarını tahmin ettiğim iki kız sorularına başlıyorlar. İsrail’de ne yapacaksın? Ne kadar kalacaksın? Amerika’da ne yapıyorsun? Sonunda 1 milyon dolarlık soru geliyor:Dinin ne? Ben de dindar bir insan değilim diyerek soruyu geçiştirmeye çalıştım. “Ben dindar bir insan değilim” ne demek diye sordular sonra. İsrail’de görüşeceğim akademisyenlerin adlarını istediler. Kalacağım yerin adresini de. Ufaklıklar yeterli cevapları almış olmalılar ki pasaportuma damgayı vuruyorlar ve elime siyah bir “pass” –geçiş- kartı tutuşturuyorlar. Nedense etrafımdakilere verilen pass kartları hep kırmızı. Bir benimki siyah. Valizimi almak için arka tarafa doğru ilerliyorum. Ama hayır. Orada beni bekleyen birileri var. Yine 17 yaşlarında bir kız tepeden bakan bir tavırla “gel gel” işareti yapıp beni bir köşeye çekiyor. Bu “gel gel” işaretinin İsrail’e hoşgeldin demek olduğunu öğreneceğim daha sonra. İki dakika sonra siyah kipalı, elinde otomatik tüfek olan bir oğlan da “bize” katılıyor. Ve yine sorular. İçimden diyorum kendime, bunlar beni zorla Müslüman yapacaklar! Sonunda bu ‘test’i de geçiyor, valizimi alıyor, döviz bürosundan biraz dolar bozduruyor ve fotoğraf makinamı boynuma asıyorum. Artık göreli olarak özgürüm!

Salondan çıkıp tren istasyonuna yöneldiğimde duvardaki yazıdan Ben Gurion Havaalanının İsrail direniş güçleri tarafından 1948’de “özgürleştirildiğini” öğrendim. Yazıda ayrıca İrgun ve Palmach’ın İngiliz hava üslerinde yaptıkları saldırılara yönelik güzellemeler de var. Burada tarihin kim tarafından nasıl okunduğu konusu yine devrede: İsrail “direniş” güçleri ve “özgürleştirmek”.

Yakındaki bronz renkli güzel bir “menorah”’ın (yedi kollu şamdan) da bir kaç fotoğrafını çektikten sonra biletimi alıp istasyona iniyor ve Hayfa trenini beklemeye başlıyorum. Dini sembollerin ve tarih okumalarının devletin resmi kimliği üzerindeki etkilerini düşünürken platforma İsrail ordusunda askerliklerini yapan çocuklar giriyor. Evet, çocuklar. En büyüğü 19 yaşında, ellerde M-16 otomatik silahlar –ki bunların da farklı modelleri var-, oğlanların başlarında kipalar. İsrail vatandaşı kızlar 2 yıl erkekler ise 3 yıl zorunlu askerlik yapıyorlar. Daha sonra da ara ara orduya çağırılıyorlar. Tren Doğu Akdeniz’i soluna alarak İsrail’in kuzeyine doğru ilerlemeye başlıyor. Yorulmuşum, uyuyorum.

III.

Akşam karanlığı çökerken Hayfa’ya vardım. Işıklar içindeki Hayfa limanında hummalı bir çalışma var. Vinçler sürekli hareket halinde. Akdeniz’in önemli limanlarından birisi olan Hayfa limanı İsrail’in Lübnan saldırıları sırasına Hizbullah’ın vurmakla tehdit ettiği başlıca yerlerden birisiydi. İsrail’in can damarlarından birisi bu liman. Karanlık bir sokaktan yürüyerek istasyonun yakınında, Jaffa Road’daki hostelime vardım. Şirin bir yere benziyor. Biraz kalabalık olan odama -9 kişilik- valizlerimi bıraktıktan sonra hostelin yardımsever görevlisi Rita’ya bu saatte gidilebilecek yerleri sorup kendimi dışarıya attım. Yaklaşık 15 dakikalık bir yürüyüşten sonra Ben Gurion Bulvarı’na ulaştım. Carmel Dağı’na doğru yükselen geniş bulvarın her iki yanında da kafeler ve restoranlar var. Bulvarın üstünde yer alan German Colony’e vardığımda tam karşımda yükselen dağda basamak basamak sıralanan Bahai Bahçelerinin büyüleyici manzarasını görüyorum. Bahai Bahçeleri Hayfa’nın alnına takılı bir taç gibi parlıyor. Bulvarda son model Mercedes ve BMW’ler hemen dikkatimi çekiyor. Birazdan yiyeceğim yemeğin fiyatı hakkında da ipuçları veriyor tabii bunlar. Ve güzel, çok güzel kadınlar… Derin bakıyorlar. Sahil bölgelerinde yaşamanın kadınların güzelliğine olumlu katkı yaptığını uzun yıllardır düşünürüm, bu tezimi Hayfa’da bir kez daha doğruluyorum.

Hem bir şeyler atıştırabileceğim hem de internete bağlanabileceğim bir restoran bulup oturdum. Mekanda Arapça ve İbranice kelimeler birbirine karışırken içerideki televizyonda Real Madrid maçını izleyen gençlerin Ronaldo’nun golüyle havaya sıçramaları müşterileri korkutuyor. Yemekten sonra hesabı öderken 70 Şekel tuttuğunu ama servis ücretinin buna dahil olmadığını söylüyor biraz önce istediğim ekmeği getirmeyen garson. Anlaşıldı bahşiş burada da bu şekilde kurumsallaşmış. Neyse %20 servis ücretini düşünüp 84 Şekel tutan hesabı ödemek için 100 Şekel uzatıyor ve para üstünü beklemeye başlıyorum. Aradan 5 dakika geçiyor ama benim para üstünden haber yok. Garsona hatırlatınca yüzü asılıyor ama bende keriz değilim yani. Para üstünü alıp çıkıyorum. Birazdan servis ücretinin aslında %10 olduğunu öğrenecek ve bundan sonra para harcama stratejimi kesinlikle sıkı pazarlık üzerine kurmaya karar vereceğim. Çünkü Arapların Türklere Müslüman oldukları için gösterdikleri yakınlık konu paraya gelince kapitalizmin o bildik ahlaksızlığını aşamıyor. Bulvardaki restoranların birinin önünde duran ve Arap olduğunu anladığım garsonlardan biriyle muhabbete başlıyorum. Araştırmam için gitmek istediğim Umm el Fahm’e nasıl ulaşabileceğimi soruyorum. Araplar Tayyip Erdoğan’ı çok severler dedikten sonra Umm el-Fahm’e otobüsle gidebileceğimi söylüyor. Aynı soruyu hostelin yakınlarındaki benzin istasyonundaki gence sorduğumda korku ve şaşkınlıkla karışık bir yüz ifadesiyle Umm el-Fahm’de ne işim olduğunu oradakilerin bana saldırabileceklerini söylemişti: “Arabs are crazy! Be careful!” (Araplar manyaktır! Dikkatli ol!) Biraz canım sıkılsa da söylediklerini dikkate almadım.

Arap garsonla biraz daha muhabbet ettikten sonra yorgunluğumun farkına vardım ve hostele doğru yola koyuldum. Neden bilmiyorum ama kendimi Hayfa sokaklarında hiç de yabancı hissetmiyorum. Akdeniz’den esen ılık bir esinti odamda gezinirken uykuya daldım.

11 Mart

I.
Sabah erkenden kalktım ve güneş Hayfa sokaklarına günaydın derken kalabalığa karıştım. Biraz yürüyüş yapıp fotoğraf çektikten sonra iki apartman arasındaki dar sokakta zeytin satan Filistinli amcadan kahvaltılık zeytinimi onun yakınındaki Yahudi teyzeden de İsrail yapımı kaşar peynirimi alıp hostele dönüyor ve küçük bir kahvaltıdan sonra araştırmam için gerekli telefon görüşmelerini yapıp Tel Aviv-Jaffa’ya gitmek üzere tren istasyonuna yollanıyorum. İstasyonda tabi ki askerler. Çocuk askerler. Her yerde…Bineceğim trenden önce duran trenlerin bütün kapılarındaki güvenlik görevlileri gözüme çarpıyor. Sabah gittiğim markette de çantamı aramışlardı. Orta Doğu’daki en büyük kelimeyi hatırlıyorum.

Birazdan tren geliyor ve sahilden süzülerek güneye, Jaffa’ya doğru yol alıyorum. Tren denizden biraz uzaklaşınca yemyeşil, geniş düzlüklerin içine giriyoruz. Seralar ve ekili alanlar hemen gözüme çarpıyor. Neredeyse hiç bir yeri boş bırakmadan bütün toprağı verimli bir şekilde değerlendirmişler. Bu durum sulama sistemlerinin etkili çalıştığının bir göstergesi. Ya da su kaynaklarına sahip olduklarının. Örneğin, buraya gelen suyun acaba ne kadarı işgal altndaki Golan Tepelerinden geliyordur? Hani şu tepeleri alın ama oradaki suyu biz kullanmaya devam ederiz tarzında konuşmalara konu olan Golan Tepeleri.

Tel Aviv-Haganah istasyonunda inip otobüs terminaline doğru ilerledim. Otobüs terminalinin girişinde çantaları kontrol eden ‘güvenlikçi’ amca ilk önce İbranice sonra da Arapça bir şeyler söylüyor. Anlamaz bir surat ifadesiyle yüzüne bakarken gayri ihtiyari ‘ne?’ demiş olmalıyım ki amca birden “Konuş, konuş Türkçe konuş” diyor! Şaşkınlığımı tarif etmeme gerek yok. Nerelisin diyor? Denizli diyorum. “Ben de İzmirliyim” diyerek yanıtlıyor, kusursuz bir Ege şivesiyle. “Keçecilerdenim ben. Biliyor musun onları?”

Jaffa’ya giden otobüse binmeden önce terminaldeki gençten beni Gam Tamar durağında uyarmasını rica ettim. Tel Aviv otobüs terminalinden 5 dakika uzaklaştıktan sonra Arapların yoğun olarak yaşadığı Jaffa’ya girdik. Balkonlara asılı çamaşırlar karşıladı bizi. İnsanlar ve sokaklar değişti. Bir ülkeden başka bir ülkeye geçiyorum sanki. Dükkan isimlerindeki Arapça yazılar arttı. Ara ara deklanşöre basıyorum. Gam Tamar durağında inip mülakat yapacağım Moussa Abu Ramadan’ı aradım. Onu beklerken telaşlı Jaffa kalabalığını seyrediyorum. Mersedeslerin içinde sakallı, takkeli Müslüman Araplar, sokaklarda oynayan ve Arapça konuşan çocuklar, örtülü kadınlar ve fırınlardan sokaklara yayılan kızarmış ekmek kokuları. Tel Aviv’in Amerikan şehirlerindeki “downtown”lara benzeyen havası Jaffa’da kayboldu.

II.
Moussa Abu Ramadan beni çok sıcak bir şekilde karşılıyor. İkimiz beraber arka sokaklara dalıyoruz. Bulunduğumuz mahallenin adının Ajami olduğunu söyleyince şaşırdım. Geçtiğimiz hafta Washington DC’de bu mahallede çekilen filmi izlemiştim. Sokaklarda başı boş dolanan kedileri köpekleri, balkonlarda asılı çamaşırları, denize bakan evleri, bahçelerdeki tek tük zeytin ağaçlarını seyrederek vardık röportaj yapacağımız kahvehaneye. Havanın güzel olmasını fırsat bilerek dışardaki masalara oturan erkeklerin hemen hepsi nargile içiyorlar.

Meraklı bakışların arasında kahvehanenin tahta sandalyelerinden birine oturup, ses kayıt cihazımı ve not defterimi hazırladım. Moussa Ramadan kola ben çay istedik. Çayım şekerli ve üstünde taze nane yaprakları var. Seviyorum. Daha sonra Arapların kahvelerinde çayın hep bu şekilde servis edileceğini öğreneceğim. Mülakatımız bittikten sonra kahvehanedeki nargileleri inceledim.

Kahvehaneden çıktıktan sonra Ajami sokaklarında fotoğraf çekerken gülerek bana laf atan Filistinli çocuklarla yarım yamalak Arapçamla konuşmaya çalışıyorum. Çocuklardan bazılari Ajami filminde figuran olarak rol almışlar. Büyük bir heyecanla anlatmaya çalışıyorlar. Ajami’de biraz daha gezindikten sonra İnanç Abi’yle buluşmak üzere Tel Aviv’e doğru sahil yolunu takip ederek ilerlemeye başladım.


Sol tarafımda Akdeniz’in mavi suları gün batımıyla ve çölden gelen hamsin rüzgarının tozuyla birleşip sarı, kızıl fotoğraf kareleri veriyor bana. Tel Aviv yüksek binaları ve ışıklarıyla kendisini gösteriyor uzaktan. Bu yaklaşık bir saatlik yürüyüşte sanki bir ülkeden başka bir ülkeye geçtiğimi hissettim. Zaman değişti. İnsanlar, yüzler, yazılar... Akşam karanlığı bastırırken İnanç Abiyle buluştuk. Sonra Ayşegül de bize katıldı. Keyifli bir akşam yemeği yiyip güzel bir kafede kahvemizi içtik. Soğuk Washington DC akşamlarından sonra dışarda oturup tatlı bir esintiyi hissederek kahve içmek keyfimi yerine getirdi doğrusu. Tel Aviv sokaklarında kısa bir yürüyüşten sonra istasyonda vedalaştık.

Tel Aviv-Hayfa treni geceye karışıp kuzeye doğru ilerlerken yüksek lisans bölümüm olarak Orta Doğu Çalışmaları’nı seçmekle hayatımdaki en güzel kararlardan birini verdiğimi anlıyorum. Çünkü daha ilk günden tutkunun ve nefretin bu kadar iç içe olduğu hikayelere tanıklık etmeye başladım.

III.
Kaldığım hostele giden yolun üzerindeki bara Filistin yapımı Taybe birası içme umuduyla oturdum ama garson garipseyen bir yüz ifadesiyle Taybe birası olmadığını söyleyince İsrail yapımı Goldstar’da karar kıldım. Biramı içerken yanımdaki masaya oturan kızdan, gece geç saatlerde Hayfa’nın biraz üstlerindeki Carmel’in hareketli olduğunu öğrendim ve saatin geceyarısı olmasına aldırış etmeden üstümü değiştirip bir taksiye atladım. Carmel’e doğru yol alırken bardaki gençlerden birinin söylediği bir cümle kulaklarımda yankılandı: “Carmel is the nicest place in Haifa because there are no Arabs!” (Carmel Hayfa’daki en güzel yerdir, çünkü orada Araplar yoktur.) Hayfa İsrail’deki model şehirlerden biridir cümlesine koyacak bir muhalefet şerhim var artık!


Araba caddelerde kıvrıla kıvrıla ilerlerken aşağıda bir ışık bahçesi gibi uzanan Hayfa’nın büyüleyici görüntüsünü seyre dalıyorum. Carmel’deki kafede hindistan cevizli sahlepin tadına bakıyorum. Bizim sahleplerden farklı; içerken hindistan cevizi, gül suyu ve fıstık tadı geliyor. Kafede sessizliği dinleyip ıssız kaldırımları seyrettikten sonra gece saat 2’ye yaklaşırken Carmel’den aşağıya sallanıyorum. Bütün diskoların önünde sıkı güvenlik önlemleri var. Merak edip diskolardan birine; kapıdaki güvenliğin, burası sana göre değil yaşça küçükleri alıyoruz şeklindeki itirazlarına ben turistim ve sadece içerisini görmek istiyorum diye karşı koyarak giriyorum. İçeride de tahmin ettiğim gibi benim yaşımda onlarca insan var. Demek ki beni Filistinliye benzeyip içeriye almak istemediler. Diskoda onbeş dakika kadar kaldıktan sonra çıktım. Aşağıya doğru yürüyüşüme devam ederken sağz tarafımdaki Panorama Hotel’in önündeki terastan Hayfa’yı fotoğrafladım. Işıklar içinde Akdeniz’e uzanan güzel Hayfa’yı. Yorgunluğum artık yürümemi engellemeye başlayınca beni buraya getiren taksiyi aradım. Yolda güvenlik önlemlerinden bahsedip ve bu kadar güvenlik önleminin olduğu yere nasıl girip de bomba koyabiliyorlar diye sordum taksiciye. Bazen cevaplarını bildiğim sorular soruyorum insanların tepkilerini ölçmek için. Taksici elini kaldırıyor ve sessizliği sağladığına emin olduktan sonra: Onları kendi yolları var. diyerek yanıtlıyor beni. Birazdan taksicinin Arap olduğunu öğrendim.

12 Mart

I.
Şabat sabahına Hayfa yakınlarındaki Umm el-Fahm isimli Arap köyüne gitmeyi planlayarak uyandım. Köydeki kontağımı arayıp ondan başka bir telefon numarası aldım. Aradığım kişi kendilerine e-mail göndermemi ve benimle görüşüp görüşmeyeceklerini değerlendireceklerini söyledi sert bir ses tonuyla: Sonra da ekledi: Kimin için çalışıyorsun anlamamız lazım! Şaşkınlıkla kapattım telefonu. Demek ki neymiş? Politik paranoyaklar sadece Türkiye’dekilerle sınırlı değilmiş.


Kuzey İsrail’deki İslami Haraket’in üyeleri benimle görüşüp görüşmeyeceklerini “değerlendirirken” ben kendimi Hayfa’nın arka sokaklarına attım. Arapların yoğun olarak yaşadıkları Allenby caddesindeki çıkma balkonlu evler, balkonlardaki çiçekler ve asılı çamaşırlar çamaşırlar, duvarlardaki Arapça yazılar dikkatimi çekti. Caddede ilerlerken köşede nargile içen Arap gençlerin yanına gittim. Bana da nargileden ikram ediyorlar. Bir tanesi ilk selamlaşmadan sonra “hiç seks yaptın mı?” diye soruyor.


Birazdan Hayfa’yı tepeden gören Bahai Bahçelerine vardım. Güzel bir Hayfa seyri ve bahçe gezintisinden sonra kapıdaki güvenlik görevlisi Hıristiyan Arap’la muhabbete dalıyoruz. Zenginler üstte fakirler altta oturur değil mi her zaman diyor, Carmel’i ve Allenby Caddesini kıyaslayarak. Dönüşte bir Arap lokantasında bizim dönere benzeyen şavarmadan yerken Hayfa’ya karanlık usulca çöküyor. Keyfel hal? Yalla! sesleri birbirine karışıyor.

II.
Akşam karanlık sokaklardan geçerek ve yüzlerce merdiven basamağını çıkarak City Hall’e vardım. Burası Hayfa gece hayatının önemli merkezlerinden birisi. Polisler dışarda arabaları arıyorlar. Kapının önünde de 5 polis sizi sıkı bir aramadan geçiriyor. Ararken sert yüz ifadeleri takınıp artislik yapmayı da ihmal etmiyorlar. Sırada beklerken tanıştığım Yoni, Guy ve Asef’le birlikte içerde biraz vakit geçirip biramı içtikten sonra çıktım City Hall’den. Hostelimin olduğu sokaktaki Syncopa isimli bara girdim. Hararetli bir şekilde politik meseleler üzerine konuşan gençleri izleyip barın sahibi Noid’den konuşulan konu hakkında bilgi alıyorum. Gençler asker üniformalıları restoranına almayan bir Arap’la ilgili olarak konuşuyorlarmış. Noid’den yarın akşamki konser hakkında bilgi alıp hostelime döndüm. Yastığa başımı koyduğumda saat sabah 4’e geliyordu.

13 Mart

Bugun Cumartesi ve Şabat. Neredeyse her yer kapalı. Bütün dükkanlar. Şehir uykuda. Öğlen 1’e kadar açık olan bir Arap marketine gidip aldıklarımın bu yörenin ürünü olmalarına özellikle dikkat ederek kahvaltılık bir şeyler aldım. Kahvaltıdan sonra ders çalışırken kuzeydeki Nazareth şehrine gitmeye karar verdim.


Otobüs Nazareth’e girdiğinde büyük kilise hemen dikkatimi çekti. Kiliseye doğru ilerlerken aşağıdaki camide İslami Hareket’in pankartları gözüme çarpıyor. Kipalı adamlar, takkeli-sakallı adamlar ve kilisedeki Hıristiyan kalabalık. Nazareth farklı dinlerin buluştuğu bir şehir. Büyük kiliseyi dolaşıp biraz fotoğraf çektim. Sonra Nazareth çarşısında kısa bir yürüyüşten sonra tezimle ilgili biraz bilgi toplamak üzere kiliseye çıkan sokağın başındaki caminin olduğu alana yöneldim. Görüşmelerimi bitirip Hayfa’ya doğru yola çıktığında saat akşamın 9’uydu. Sürekli hareket halinde olmanın getirdiği yorgunluktan olsa gerek Hayfa yolculuğumu çok halsiz bir şekilde tamamlıyorum. Yarın sabah Orta Doğu’nun kalbine, Kudüs’e gideceğim. Ateşim var. Ne tesadüf...

14 Mart

Pazar sabahı yarısından fazlası askerlerle dolu olan otobüsümüz Kudüs otogarına girdi. Çoluk çocuk, ellerde otomatik silahlar. Güvenlik kontrolünden geçip terminalin karşısındaki duraktan belediye otobüsüne atladım ve Medi ile buluşmak üzere Van Leer Institute’e doğru yola koyuldum. Kudüs taşından yapılmış sarı binaların ve başında kipalarıyla dindar Yahudilerin Kudüs’e bugüne kadar gittiğim şehirlerden farklı bir hava verdiğini fark ettim. Cumhurbaşkanlığı konağının yanındaki Van Leer Institute’ün önünde indim otobüsten. Van Leer Institute Kudüs’teki en saygın düşünce kuruluşlarından bir tanesi. Zengin kütüphanesi dikkatimi çekiyor.

Medi’yle ilk buluşmamız olmasına rağmen, beni uzun yıllardır tanıdığım bir dost gibi karşılıyor. Tezimle ilgili olarak enstitüde bir görüşme yaptıktan sonra Medi’yle Azza caddesinde bir şeyler atıştırıp eve geliyoruz. İsrail’e ayak bastığımdan beri sürekli yollarda olduğum için yorgunum. Dışarıda beni çağıran büyülü bir şehir var. Biliyorum. Ama önümüzdeki günlerde gezmek için vaktim olacağı için kendimi zorlamıyorum fazla. Medi’nin ev arkadaşlarıyla tanışıyorum. Hepsi de çok tatlı insanlar. Kendimi evimde hissediyorum. Birazdan Kudüs’e karanlık çökecek. Yarın Knesset’te görüşmelerim var. Ondan sonra tekrar Hayfa’ya döneceğim.

15 Mart

I.

Sabah Knesset’teki Arap milletvekili İbrahim Sarsur’un asistanıyla nasıl buluşacağımızı konuşuyoruz. 11.30’da Knesset’in kapısındayım. Bir kaç saat sonra Brezilya cumhurbaşkanı geleceği için güvenlik her zamankinden çok daha yoğun. Yaklaşık 20 dakikalık bir sorgu-arama sürecinden sonra Knesset’e girdim. Knesset’te 120 milletvekili var. Güvenliği ise 700 kişi sağlıyor. Golda Meir’li, Menachem Begin’li tabloların süslediği koridorlardan geçip İbrahim Sarsur’un odasına vardım. Beni çok sıcak bir şekilde karşılıyor. Gözüm Sarsur’un odasındaki televizyona takılıyor. Hamas’ın elinde yaklaşık 3 yıldır esir olan Gilad Şalid’in resmini zafer işareti yapan Yaser Arafat’ın görüntüleri izliyor. İçimdeki kefiyeler…

Knesset’teki görüşmelerimi gerçekleştirirken Arap milletvekillerinin ve asistanlarının Tayyip Erdoğan’a olan hayranlıkları ilgimi çekiyor. Yahudilerde ise durum tam tersi. Araplardaki Erdoğan hayranlığı tavan yapmış vaziyette. Yahudiler ise Türkiye’nin giderek İslam ülkesi olduğunu söylüyorlar korkarak. Ne Erdoğan’ı seviyorum ne de Türkiye’nin İslam ülkesi olacağına filan inanıyorum.

Görüşmelerimden sonra Knesset’in duvarlarındaki fotoğrafları seyre daldım. Menachem Begin, Golda Meir, Shimon Peres, Yitzhak Rabin, Yigal Alon, Moshe Dayan, David Ben-Gurion… İsrail’i İsrail yapanlar. Fotoğrafların asılı olduğu duvar boyunca yavaş adımlarla ilerlerken birden durdum. Bir adam gülümsüyor önümdeki fotoğrafta: Ariel Şaron. İster istemez bir küfür dökülüyor dudaklarımdan: Orospu çocuğu! Sabra ve Şatila katliamlarına dair okuduklarım, ikinci intifadayı ateşleyen provakasyon görüntüleriyle birleşiyor birden. Sinirlerim bozuluyor.

Menorah şeklindeki genel kurul salonuna girdiğimizde Golda Meir nerede otururdu dedim Shahin’e. Sonra Rabin’i sordum. O benden milliyetçi bir tepki bekleyerek sormamı beklemeden Lieberman şu koltukta oturuyor dedi. Genel kurul salonundan çıktıktan sonra Brezilya başkanının gelişini izlemek için izin istediğim güvenlikçi başının cevabı çok net: Lütfen burayı terk edin! Hafif bir gülümsemeyle, Arapça cevaplıyorum: İlalliqa!

II.
Knesset’ten sonra eve uğrayıp Medi’yle vedalaştım. Akşam trafiği yüzünden 17.40 Hayfa trenini kaçırdım. Bir sonraki tren 2 saat sonra. İlk önce bir pazar yerinde gezindim sonra bir alışveriş merkezine girdim. Alışveriş merkezinin girişinde çantamın bütün fermuarlarını açıp sonra kapatmayan ve İbranice olarak sürekli söylenen güvenlikçiye fermuarları tek tek kapattırmak istemem biraz gerginliğe yol açıyor ama dediğimi yaptırıyorum. Hakikaten yeter artık. Alışveriş merkezinde dindar Yahudiler çoğunlukta. Kipalar rengarenk.

Biraz daha gezinip Tel Aviv aktarmalı Hayfa trenine bindim. Sisler içindeki Kudüs’le iki gün sonra tekrar buluşmak üzere vedalaştım. Yarın sabahki durağım Hayfa Üniversitesi.

16 Mart


Yaklaşık 40 dakikalık bir tırmanıştan sonra Hayfa Üniversitesi’ne vardı otobüs. Sosyoloji bölümünün bulunduğu Rabin binasına girdim. Derli toplu, ağaçlar içinde bir kampüsü var üniversitenin. Sadece Hayfa’yı değil yakındaki şehirleri de görüyorum okuldan. Akdeniz kıyıları köpük köpük. Dr. Nohad Ali ile görüşmemi tamamladıktan sonra okulda gezintiye çıktım. Bahçede sürgündeki eski Knesset üyesi Azmi Bişara’nın destekçileri eylem yapıyorlar. Üzerinde Bişara’nın resmi olan turuncu t-shirtler satıyor ve portakal dağıtıyorlar. Türkiye’den geldiğimi söyleyince bana da bir t-shirt hediye ettiler. Okulun en yüksek binası olan 30 katlı Aşkol kulesine çıkıp Doğu Akdeniz kıyılarını seyrettim. Aşağıya inerken binada yolumu kaybedince bana yardımcı olabilecek birini aramaya başladım. Danışma zannedip yaklaştığım masadaki adamın önündeki dev ekrandan güvenlik kameralarını yönettiğini gördüm. Ekranın en büyük bölümü biraz önce konuştuğum Filistinli öğrencilere ayrılmıştı. Biraz sonra Medi aradı. Kudüs’ün karıştığını, kuzey bölgelerdeki Arap köylerinde de gerginliğin arttığını söyleyip nasıl olduğumu sordu. Her şey yolunda diyorum. Telefonu kapattıktan sonra hemen haberleri okumaya başladım. Kudüs polis müdürü gösterilerin 3. İntifada’yı tetiklemeyeceğini buyuruyor. Bense tam tersini düşünüyorum. Lieberman, Netanyahu ve Ayalon gibi adamların Orta Doğu yangınına benzin dökmeye ne kadar istekli olduklarını biliyorum çünkü. Benim asıl ilgilendiğim konu İntifadanın Mescidi-Aksa’yı ve Doğu Kudüs’ü odağına alan İslami bir ayaklanma mı olacağı yoksa barış görüşmelerinin başlamadan bitmesinin yarattığı hayal kırıklığının tetiklediği milliyetçi-solcu bir isyan mı olacağı. Hayfa yamaçlarındaki odama döndüğümde yaklaşan çatışmanın ayak seslerini hissediyorum. Yarın öğleden sonra Kudüs’e gideceğim. Fotoğraf makinamla bakışıyoruz! İçimdeki kefiyeler...

17 Mart

I.
Sabah erkenden kalkıp İslami Hareket’in güçlü olduğu Arap köyü Kufr Kana’ya gitmek üzere yola koyuluyorum. Kemal Khatib’le ya da destekçilerinin adlandırmasıyla Şeyh Kemal’le mülakat yapacağım. Kemal Khatib İslami Hareket’in ideolojik-doktriner yapısını oluşturan isim ve harekette başkan yardımcısı pozisyonunda. Otobüs beni otoyoldaki bir kavşak noktasında bırakıyor, 5 dakika sonra Khatib’in oğlu Mouad’la Kufr Kana sokaklarındayım. Köyde Arapça yazılar çoğunlukta, duvarlarda Mescid-i Aksa resimleri ve sloganlar var. Kadınlar örtülü. Kemal Khatib beni kitaplarla dolu çalışma ofisinde sıcak ve ciddi bir ifadeyle karşıladı. İçeriye girer girmez gördüğüm bir fotoğrafla şaşkınlığa uğruyorum. Fotoğrafta Kemal Khatib Tayyip Erdoğan’la aynı karede. Sanırım Erdoğan’ın belediye başkanlığı yıllarında çekilmiş bir fotoğraf. Görüştüğüm Arapların Erdoğan’ın belediye başkanlığı dönemini bugüne kadar hiç bir İstanbulluda görmediğim bir heyecanla yad etmeleri ilgimi çekiyor. Neden böyle düşünüyorlar? Belki bu da başka bir araştırmanın konusu olabilir. Khatib’le görüşmemi tamamlayıp Kufr Kana sokaklarında biraz dolaşıp araştırmam için bilgi topladıktan sonra Hayfa’ya döndüm ve eşyalarımı aldım. Öğle yemeğimi bütün Hayfalıların bildiği salaş bir humus restoranında yedim. Yemekten önce neredeyse İsrail’deki her restoranda olduğu gibi masaya zeytin tabağı geldi. Yemekten sonra Kudüs trenine atladım.

II.
Kudüs tren istasyonundaki platformda bekleyen silahlı gençler hemen dikkatimi çekti. Otoparkta da öyle. Tabancalar ceplerinde değil, ateşe hazır vaziyette ellerinde. Medi’ye gitmek için bir taksiyi durduruyorum. Şoför muhabbet ederken adının Sami olduğunu söylüyor. Türkiye’den geldiğimi ögrendikten sonra ise özür dileyerek asıl adının Hasan olduğunu belirtiyor. Yahudi müşterilerin ‘hassasiyetlerini’ göz önüne alarak Sami adını kullandığını söylüyor. Sohbet koyulaşınca ‘Türkler bu bölgede kalsaydı en azından Müslümanlarla beraber yaşıyor olurduk’ diyor. Gülümseyerek cevaplıyorum: Türkiye’de bir çok kişi Arapların 1. Dünya Savaşı’nda Türkleri arkadan vurduğunu söyler. Taksicinin cevabı çok sert: “Kral Hüseyinin sülalesini skeyim. Gerizekalılar!” Sonra devam ediyor; “2000 ile 2010 arasında İsrail’in sonu gelecek çünkü kutsal kitaplarda öyle yazıyor. Kutsal kitaplara göre Netanyahu’nun kelime anlamı lanetli demek. Bu adam İsrail’in sonunu getirecek.” Orta Doğu’da bir çok kişi dini efsanelere inanıyor. Kimliklerini koruyabilmek için umutlu olmaya ihtiyaçları olduğu düşünüyorum.

Eşyalarımı eve bırakıp fotoğraf makinamı boynuma astım ve Ağlama Duvarı’nın ve Mescid-i Aksa’nın bulunduğu bölgeye yani Eski Şehir’e doğru yola koyuldum. Eski Şehir’in kapalı çarşıyı andıran dar sokaklarında dolaşırken Aksa’ya giden yolu sorduğum bir Arap çocuk peşime takıldı. Kapıda bekleyen polislere kimliğimi gösteriyorum ve daha sonra Harem-i Şerif’e giriyoruz. Kubbetus Sahra altın renkli kubbesiyle geceye yükseliyor. Büyüleyici bir görüntü. Sahra’nın içine giriyorum. Dua edenlerin yanında koşuşturan çocuklar, yüksek sesle konuşanlar dikkatimi çekiyor. Dindar bir insan olmamama rağmen biraz canım sıkılıyor. Fakat biraz sonra göreceklerim beni daha fazla hayal kırıklığına uğratacak. Kubbetüs Sahra’dan sonra Mescid-i Aksa’ya doğru ilerlerken Aksa’nın önündeki kulübede nöbet tutan sakallı, takkeli iki adam Fatiha suresini ezbere okumamı istiyorlar. Ortaokul’daki zorunlu din bilgisi derslerinden aklımda kalan yegane bilgi burada işe yarıyor.


Ayakkabılarımı çıkarıp Aksa’ya girdiğimde gördüğüm manzara karşısında hayal kırıklığına uğruyorum. Dua edenlerin arasında koşuşturanlar, sırtını duvara dayayıp bir şeyler yiyip içen bir adam, karşıda son derece rahat bir şekilde yere uzanıp elindeki dua kitabından bir şeyler mırıldananlar. Bunun için mi bunca mücadele?

Aksa’dan çıkışta peşimdeki Arap oğlanla yaklaşık 20 dakika pazarlık yaptık bahşiş konusunda. Ne önersem az buldu. Cüzdanıma bakmak istedi ama o kadarına da izin vermedim. Baktım olacak gibi değil, bu sevimsiz pazarlığı bitirmek için makul bir rakam söyleyip kabul etmezse gideceğimi söyledim. Sabrımın ve oyunun sonuna geldiğimizi anlamış olacak hiç itiraz etmeden uzattığım parayı aldı.

Eve dönmek için çıkışı ararken karşıdan gelen ve ellerindeki uzun sopalarla temizlik işçilerini andıran 5 kişinin fotoğrafını çekiyorum. Ama bir dakika! İçlerinden birisi bağırıp bana doğru yaklaşıyor. O zaman anladım ki bunlar İsrail polisi. Olmamaları gereken bir yerdeler. Bağırarak bana yaklaşan makinamdaki fotoğrafa bakmak istiyor bütün terbiyesizliğini takınarak. Diğer polisler de çevremi kuşatıyorlar. Makinamda onların fotoğrafını bulup terbiyesiz polise gösterip fotoğrafı siliyorum. Ama hayır, o hepsini görmek istiyor. Tek tek bakmaya başlıyorlar fotoğraflara. Filistinli bir adamın resmini de silmemi istiyor. Bu esnada çevremi kuşatan polislerden bir tanesi elini omuzuma koyarak hafifçe sarsıyor beni. Artık dayanamıyorum. “Makinama ve ban bir daha dokunursan ya da benden bir şey daha daha istersen hemen Türkiye Büyükelçiliği’ni ararım ve çıkacak krizin sorumlusu sen olursun. Utanmıyor musun bir turiste böyle davranmaya? Benimle konuşurken kibar ve saygılı olacaksın!” diyorum biraz yüksek bir sesle. Polisler bu beklemedikleri tepki karşısında şaşırıyorlar ve uzaklaşmaya başlıyorlar. Uzaklaşırlarken biraz önce benden esirgedikleri İngilizcelerini de kullanıyorlar. “Come on man! We are joking. Don’t call the embassy.” (Şaka yapıyoruz. Elçiliği arama.) Arkalarından Türkçe olarak işgalci piçler diyorum. Cinlerim tepemde, elim ayağım titriyor.

Harem-i Şerif’in bahçesinden çıkıp çarşıdaki dükkanlardaki kefiyelere bakarken dükkan sahibi bir Filistinliyle muhabbete dalıyorum. Mahmud Abbas’ı sevmediğini ve Hamas’ı desteklediğini söylüyor. Konuştuğum Arapların hiç birisi Ebu Mazen’den hoşlanmıyor. Onu İsrail’le işbirliği yapmakla suçluyorlar. Hala söylüyor musunuz o sloganı diyorum gülümseyerek: Bir ruh bid dem, nefidik ya Filastin! (Kanımız canımız sana feda olsun Filistin) Gözleri parlıyor.

Adamın sen benim müslüman kardeşimsin cümlesini beni kazıklamak için başvurduğu kelime oyunları izliyor. Kredi kartın var mı? Kaç para verebilirsin bu kefiyeye? Sıkı bir pazarlıktan sonra orjinal bir Filistin kefiyesi alıp eve döndüm. Sıkı pazarlık derken şöyle: 250 Şekel’e satmaya çalıştığı kefiyeyi 30 Şekel’e aldım. Evde Olga ve Medi’yle bir şeyler içtikten sonra Medi’yle beraber Emek Refaim caddesinin kalabalığına karıştık. Kudüs taşından yapılmış Arap evleri Emek Refaim caddesini bir masala çevirmiş. Güzel ve keyifli bir yemekten sonra yürüyüşümüzü yapıp eve döndük.

Yarın sabah bütün gün sürecek bir konferansa katılmak üzere Tel Aviv’e gideceğim.

18 Mart

I.
Sabah bütün ev halkı uyurken sessizce çıktım evden. Kudüs otobüs terminalinden Tel Aviv’e gidecek olan otobüse atladım. Otobüsün yarısından fazlası her zamanki gibi asker dolu. Tel Aviv’e vardığımda terminaldeki taksicilere gideceğim yeri söylüyorum: Tel Aviv Üniversitesi Diaspora Müzesi. Nedense sadece müze kısmını anlıyorlar ve kafadan 50 Şekel fiyat biçiyorlar. Ama ben de öğrendim artık bu işleri. Hemen 30 Şekel olursa binerim diye cevabı yapıştırıyorum. Biraz söylendikten sonra kabul ediyor benimle pazarlık yapan şoför ve İngilizce bilmeyen başka bir şoförün kullandığı taksiye geçiyorum. Ama bir sorun var. Adam sadece müze diyor başka bir şey demiyor. Beklediğim gibi beni başka bir müzenin önünde bırakmak istiyor. Ben de olmaz illa Tel Aviv Üniversitesi’nin içinde müzeye gidecem diye tutturunca biraz sinirleniyor. Kafasını camdan çıkarıp kaldırımdakilere yarım yamalak soruyor gitmek istediğim yeri. Fiyata da yolda 10 Şekel zam yapıyor. Ses çıkarmıyorum artık. Zaten fena halde gribim, sesim desen kuyulardan geliyor, bir de 10 Şekel için tartışmayayım.


Konferans salonu tıka basa dolu. Güç bela bir yer bulup oturuyorum. İsrail’deki İslami Hareket’in tartışıldığı konferansta İbranice sunulan bildiriler simultane olarak İngilizce’ye çevriliyor. Makalelerini okuduğum akademisyenleri dinlemek heyecan verici. Ama asıl heyecan verici olan izleyicilerin oturdukları yerden sürekli olarak konuşmalara müdahale etmeleri. Örneğin, İslami Hareket’in Kuzey fraksiyonuna üye olduğu anlaşılan adam ne zaman Kuzey fraksiyona “radikal-ekstremist” dense fırlıyor ayağa ve bağırıyor: Yalancı!

II.
Konferanstan sonra Pennsylvania Üniversitesi’nde doktora öğrencisi olan Sarah’la birlikte şehir merkezine indik. Rabin’in vurulduğu meydanda biraz dolaştık. Sarah’ın erkek arkadaşı Max’ı da aldıktan sonra geçtiğimiz yıllarda bombalanan Mike’s Place isimli kafede İnanç Abi’yle buluştuk. Birazdan Medi aradı ve Olga’yla Kudüs’ten Tel Aviv’e gelmek üzere olduklarını söyledi. Bir taksiye atlayıp istasyona gittim. 10 dakika sonra Medi, Olga ve ben Tel Aviv sokaklarında gürültülü kafelerin olduğu sokaklardan ve sokaklardaki banklarda kibbutz müzikleri yapan gençlerin arasından geçerek gitmek istediğimiz bara doğru yola koyulduk. Yolda İsrail şehirleri üzerine düşündüm ve şuna ulaştım: Uyumak için Hayfa, düşünmek için Kudüs, eğlenmek için Tel Aviv!!


Barda çok yetenekli olduğu hemen anlaşılan Türkiyeli genç piyanistin çaldığı ve bu satırları yazarken hala kulaklarımda çınlayan parçaları dinledik. Konserini Çaykovski’nin bir eseriyle tamamladı. Muhteşemdi! Bardaki program bittikten sonra başka bir yere gittik. Saat gecenin iki buçuğuydu ve Tel Aviv yaşamaya devam ediyordu. Kudüs’teki eve vardığımızda saat sabahın beşiydi. (Yazmayı unuttum: Bugün benim doğum günümdü!)

19 Mart

Ve yine Şabat. Bütün dükkanlar öğleye doğru kapanacak. Sabah Medi’yle akşam yemeği alışverişimiz için evden çıktık. Kapalı çarşıyı andıran pazar yerine varıyoruz. Rengarenk bir Pazar yeri: Baharatlar, meyveler, sebzeler ve heyecanlı kalabalık. Washingtonian olmakla Jerusalemite olmanın arasındaki farklar bu pazar yerlerinde iyice görünür oluyor.
Yemek alışverişinden sonra Medi’nin arkadaşı Tana ile buluşuyoruz. O da Medi gibi sıcak ve hareketli. Tana bize nasıl zayıfladığını anlatırken uyguladığı yöntem ilgimi çekti ve “bir de” bu yöntemi denemeye karar verdim! Malum hala 0,1 tona yakınım! Şabat’ta otobüsler çalışmadığı için Medi’yle eve yürüdük. Yaklaşık iki saat sonra, beraber hazırladığımız akşam yemeğini yemek için Medi, Olga, Dror ve bendeniz sofraya oturduk. Çok hoşuma giden ve melodileri hala kulağımda olan bir Şabat şarkısı söylediler. Güzeldi.

20 Mart

I.
Bugün İsrail’deki son günüm. Akşam 9’da beni havaalanına götürmek üzere dolmuş gelecek. Güzel insan Medi’nin hazırladığı tostlardan ve Washington’da benim için en büyük lükslerden biri olan demleme çaydan oluşan kahvaltımızı yaptıktan sonra fotoğraf makinamı boynuma asıp Eski Şehir’e doğru yola koyuldum. Eski Şehir’de ilk olarak Ağlama Duvarı’na gittim. Şabat olduğu için kalabalık ortalık. Dua eden insanları izliyorum. Çektiğim fotoğraflarda üç semavi dinin de kutsal mekanlarını aynı kareye sığdırmak hiç de zor olmuyor. Kubbetüs Sahra altın renkli kubbesiyle sol tarafta parlarken Ağlama Duvarı’nda başlarda kipalar, eller duvarda mırıltılar gökyüzüne yükseliyor.


Ağlama Duvarı’ndan sonra Arapların yoğun olduğu bölgeye giriyorum. Almak istediğim t-shirtlerin tanesine 80 Şekel fiyat biçen satıcıdan iki t-shirtü toplam 40 Şekel ödeyerek satın aldım. Kudüs’te pazarlık yapmanın altın kuralı bence şu: Fiyatı sen belirleyeceksin! Eski Şehir’de biraz daha fotoğraf çekip bir şeyler atıştırdıktan sonra eve döndüm. Saat 9’da dolmuş geldi ve Ben Gurion Havaalanına doğru yola çıktım. İsrail güvenliğinin bana yaşatacaklarından haberim yoktu henüz. Yaklaşık 1 saat sonra dolmuş havaalanının kapısında durdu ve uzun gecem başladı.

II. Gerçek bir ırkçılık hikayesi: İsrail güvenliği

Sırt çantam ve valizimle X-Ray cihazının arkasındaki sıraya geçtim. Sırada beklerken önümdeki yolcularla da tek tek konuşan bir görevli bana yaklaştı ve pasaportuma istedi. Nereye uçtuğumu ve mesleğimi sorduktan sonra elindeki 1’den 6’ya kadar numaralı çıkartmalardan 5’i hem sırt çantama hem de valizime her birine 2’şer tane düşecek şekilde yapıştırdı. Bana anlatılanlardan 6’nın tehlikeli yolcu 1’in ise fazla aranmadan geçen yolcu demek olduğunu bildiğim için bu 5 numaranın pek de hayra alamet olmadığını anladım hemen. Demek ki Türkiye Cumhuriyeti pasaportu taşımak İben Gurion Havaalanı’nda beni sıkıca aranması gereken birisi yapıyordu. X-Ray cihazının önüne gelince her zamanki gibi laptopumu çıkartıp ayrı bir kaba koydum ve görevliyi sırt çantamda fotoğraf makinam olduğunu söyleyerek uyardım. Görevli ise beni alaycı bir ifadeyle süzdükten sonra içinde fotoğraf makinamın olduğu sırt çantamı yaklaşık bir buçuk metre mesafeden X-Ray cihazına fırlattı. Ve bu rezil davranıştan sonra yanındaki diğer güvenlikçilere İbranice bir şeyler söyleyip gülmeyi de ihmal etmedi. Ben daha olayın şaşkınlığını üstümden atamamışken yine aynı alaycı ifadeyle bana dönüp “Çantanın içinde kamera vardı di mi? Çok özür dilerim.” dedi. Sinirlenmemem gerektiğini bildiğimden derin bir nefes aldım sadece.

X-Ray cihazından sonra, beklediğim gibi, beni check-in kuyruğunun olduğu bölgeye değil, arama yaptıkları ayrı bir bölüme yönlendirdiler. Burada en fazla 19 yaşında olduğunu tahmin ettiğim genç bir kız sırt çantamı açmamı istedi. Dediğini yaptım. Ararken, çantam X-Ray cihazından geçerken ekranda gözükenleri bana tek tek soruyordu aynı zamanda. Çantadaki dökümanlara bakmak istediğini söyledi. Ben de Hayfa Üniversitesi’nden aldığım dökümanları ve Knesset’in Arap üyeleri İbrahim Sarsur ve Masoud Ghanayem’den aldığım dergileri uzattım güvenlikçi ufaklığa. Sarsur ve Ghanayem’in verdiği dergilerin Arapça olması güvenlikçi kızın davranışlarının bir anda değişmesine neden oldu. 2 dakika önce Türkiye liglerinde oynayan İsrailli futbolcuların isimlerini sayan kız gitmiş yerine kaba bir ifadeyle İsrail’de kimlerle görüştüğümü, Arapça dergileri kimden aldığımı, İsrail’de ne işim olduğunu soran bir canavar gelmişti. Bense gayet kibar bir ses tonuyla soruları yanıtlıyor ve Kudüs’te Yahudilerin gözde mekanlarından Palmach Caddesinde kaldığımı filan söyleyerek bu işkenceyi en az hasarla atlatmaya çalışıyordum. Fakat Arapça yazılar güvenlikçi ufaklığı çok korkutmuş olacak ki, daha yüksek rütbeli birisine haber verdi. Yüksek rütbeli eleman yanında başka bir güvenlik görvlisiyle geldi. İsrail’de ne aradığımı sordu. Ben de tezim için araştırma yapmaya geldiğimi ve tez danışmanımın da Yahudi olduğunu söyledim. Gülümseyerek “sen bizi aptal mı sanıyorsun” dediler. Şalterlerimin zorlanmaya başladığını hissediyordum. George Washington Üniversitesinde okuduğumu söyledikten sonra yüksek rütbeli dalga geçer bir şekilde yanındaki güvenlikçiyi işaret ederek “bu da New York Üniversitesi’nde okudu” dedi. Efendiliğin ve kibarlığın bir yararı olmadığına inanmıştım artık. Sivri dilimi savaş meydanına sürmeye karar verdim ve ilk atağımı yaptım: “New York Üniversitesi’nde okurken havaalanında işkence nasıl yapılır üzerine mi çalıştınız?” Biraz önce benimle dalga geçen güvenlikçilerin yüzleri asıldı. Sinirlendiler. Valizimi arayacaklarını söyleyerek beni aynı alandaki başka bir bölgeye çektiler. Valizim tamamen açıldı ve içinde hiç bir şey kalmayacak şekilde boşaltıldı. Siyah kipalı, sinirli bir güvenlik görevlisi valizimi çok sıkı bir şekilde ararken başka birisi de çamaşırlarımı x-ray cihazından geçirmeye başladı.Tabi bu arada Müslüman mısın, dindar mısın gibi sorular devam ediyor. Valizimi alıp başka bir odaya götüreceklerini söylediler. Ben de bir şey bulamadınız galiba dedim gülümseyerek. X-ray cihazının başındaki eleman yanıma gelip valizimden çıkarttıkları ile ilgili sorular sormaya başladı. Ben de açıklıyorum. Örneğin, deodorantımı eline alıp “bu ne?” dedi. Ben de “gri renkli kapağı olan, koltuk altlarına ve boyuna sürülen, erkeklerin kullandığı ve benim de sevdiğim güzel bir deodorant” deyince açıklamanı istemedim dedi. Ben de az bilgi yanlış sonuçlara yol açabilir dedim. Çok sinirlendi. Ama korkuya gerek yok. Bu adamlar kendilerinden farklı olana eziyet etmeyi görev sayan sağcılar. Bunlara pabuç bırakırsam utanırım kendimden. Farklı ülkelerde şarj aletlerimi kullanabilmemi sağlayan adaptörümü en az 3 kere X-Ray’den geçirdiği yetmiyormuş gibi bir de elindeki özel ışıkla adaptörün vida yerlerine bakmaya başladı. Bense bu arada umursamaz gözükmeye çalışarak ıslık çalıyorum. Bu arada başka odaya götürdükleri valizimi getirdiler ve hemen içini açtım. İçindeki ufak yırtıkları görünce, biz Türkiye'de İsrail vatandaşlarına böyle davranmıyoruz, bu yaptığınız saygısızlık dedim arama yapan kadınlardan birine. O da bunu hiç tereddüt etmeden gidip Ibranice olarak yüksek rütbeli güvenlikçiye söyledi. Güvenlikçibaşı da yanıma gelip sizin güvenlik anlayışınızla bizimki farklı deyince ben de bu güvenlik anlayışı değil bunun adı psikolojik işkence, Amerikalılara böyle davranabiliyor musunuz? Diyerek cevabı yapıştırdım. Giysilerimi X-Ray cihazından geçirmeye devam ediyorlar. Pantolonlardan birinin içine Filistin kefiyesi ötekinin cebine de Filistin atkısı saklamıştım. Onu bulamıyorlar. Sonra beni içerdeki bir arama noktasına götürüyorlar. Orada hassas dedektörden geçirecekler. Cüzdanımı çıkartmamı istiyorlar. Dedektörden geçtikten sonra cüzdanımı cebime koymadan önce güvenlik görevlilerinin yüzlerine bakarak paralarımı çıkarıp göstere göstere sayarak cüzdana geri koyuyorum. Beni aşağılayan bu zibidilere dolaylı olarak hırsızlık yapıp yapmadığınızı kontrol ediyorum mesajı veriyorum. Tamamen ırkçılıktan ve ayrımcılıktan beslenen bu arama-sorgulama rezaleti tam 1 saat 53 dakika sürüyor. Yanımdaki güvenlik görevlisiyle birlikte check-in yaptırmaya gidiyorum. Ama orada da özel muamele devam ediyor. Koridor tarafına oturmak istediğimi söylüyorum ama güvenlikçi kibar olmaya çalışan bir sesle izin vermiyor. İstediğim yeri vermeye hazırlanan havayolu yetkilisi de güvenlikçinin tepkisinden sonra bütün yerler dolu deyip kestirip atıyor. Check-in de bittikten sonra bir X-Ray sırası daha var ama beni iyice aradıklarına kanaat getirmiş olmalılar ki yanımdaki güvenlikçinin eşliğinde oradan aranmadan geçiyorum. Bana eşlik eden görevliye son olarak şunu söylüyorum: Bugüne kadar bir çok ülkeye gittim ve böyle bir muameleyle karşılaşmadım. Ama şunu iyi bilin, Orta Doğu’da yalnız kalmak hiç iyi bir fikir değil!

Uçağım Brüksel’e doğru havalanırken sinirlerim gevşiyor ve İsrail’de geçirdiğim 10 gün hızlıca gözlerimin önünden geçiyor. Orta Doğu sarılmaya ya da yumruk atmaya hazır tutkulu insanların vatanı! Savaşların devam ettiği, sürgün öykülerinin yazıldığı ama umudun hep var olduğu, her dakika gündemin değiştiği ve tarihin hala yazılmakta olduğu topraklar. Biraz önceki güvenlik rezaleti de aslında devam eden savaşın bir parçası. Ve ben valizimdeki kefiyemle bu savaşta kesinlikle tarafım.

Tel Aviv’in giderek kaybolan ışıklarına bakarak gülümsedim: Kalbim aşağıda kalmıştı!

Kıvanç

Not: 1) Yukarıdaki günlüklerde yüksek lisans tezim kapsamında yapmış olduğum görüşmelerle ilgili bilgiler yer almamaktadır.
2) Yazinin icinde yer alan butun fotograflar bana aittir.

March 22, 2010

kalbimden uzakta yeni bir gunun sabahina...

Tekrar Washington'dayim. Yaklasik 12 gundur Israil sehirlerinde dolasip duruyorum. Hayfa, Tel Aviv, Nazaret, Kudus... Akdeniz ruzgarlarini icime cektim, guzel insanlar tanidim. Catismayi, tutkuyu ve nefreti gordum. Yarin sabah ilik bir Washington DC sabahina uyandigimda hissedecegim sey sanirim kocaman bir bosluk duygusu olacak. Tarihin yazildigi topraklardan emekli olmaya hazir bir kente gelince bundan baska bir sey hissetmem de zor olsa gerek. Onumuzdeki gunlerde Israil'de tuttugum gunlugu ve cektigim fotograflari paylasacagim.

Kalbim bolunmus sehirlerde, insanlarin aci hikayelerinde, duvarlardaki ve kalplerdeki resimlerde, biraz Palmach Street'te biraz Jaffa Road'da biraz Tel Aviv-Kudus dolmusunda, biraz Caykovski calan kizin parmaklarinda, biraz Hayfa'daki humus restoraninda, biraz uclari ruzgarda ucusan kefiyelerde, biraz renkli kipalarda...

Kalbim Orta Dogu'da kaldi!

Kivanc

(21 Mart, Washington DC)

March 15, 2010

zeytin ve kefiye



bir zeytin agacim vardi
dallari uzanirdi
akdeniz'e

tuzlu, yorgun, terli
bir kefiyeydim ben
topraklarimda...

kapilari actilar
uzaklara...
ve sonra kapandi perde

bir ulkem vardi benim
ellerim uzanir ona

asi bir kefiyeyim simdi ben
akdeniz'in butun ruzgarlarini
kucaklayan

kudus'un sesini dinliyorum
zeytin agaclarimda
kan lekeleri...

Kivanc


Kudus (15 Mart)
Fotograf: Kivanc Ozcan (Hayfa)

March 8, 2010

nightfall in DC



After a light-study in Georgetown library, I was looking for good scenes to shoot. My hands were itching! My curious steps on the bay gave me this shoot! Rowing-team, I don't know which one, were training on the Potomac. Without any hesitation, I positioned, thought on light and time then...click!

Kivanc

washingtonian seagull

rosslyn in my objective...

rowing team on the potomac

March 4, 2010

terk-i zaman

ve tuval
terk etti
ressamını...

kopuk bir zincir
sallanan gecenin boşluğunda
bükülmüş kafes demirleri...

ardimizda kalanlar degil
sayikladiklarimiz.

bunlar,
donup bakmadiklarimiz.
sizin boyalariniz!

üzgünüz beyler,
efendiler, pasalar

kırık bir saattik elinizde
oysa simdi,
kosuyoruz:
ardimizda
apoletleri dusmus
yelkovanlar.

sehirlerin basa dondugu yerdeyiz
gec kalmislarin oykulerinde
sokak aralarinda.

donuyoruz
cocuklugumuza.
ardimizda,
gozyaslari
yelkovanlarin.

ve fisildiyoruz,
gozlerimizi ovusturan ellerimize donup:

Icimize hayat kacti,
ve biz terk ettik zamani!


Kivanc

4 Mart 2010, DC

March 1, 2010

Good piece from Israel, but still deserves some criticism…


It was hard to find a seat as the Avalon Movie Theater was full with movie audience, most of them were Jewish according to the woman next to me. Since I am leaving for Israel next week, this movie, which comes from the streets of Jaffa, would increase my curiosity about Israeli Arabs and their identity.

Israeli movie, Ajami, is nominated for prestigious Academy Award and submitted to this year’s Oscars for Best Foreign Film. It was co-directed by an Israeli Arab and an Israeli Jew. This cross-cultural drama differentiates itself from the others with extensive use of nonprofessional actors. Diversely populated Ajami neighborhood of Jaffa is the main set for the movie.

Revenge killings, manipulative impact of elders, powerful families, money for blood (head money) and high crime rate were used to depict Israeli Arabs in Ajami. I don’t know whether it was planned or not but “an Israeli Arab typology” is clearly manifested.

As my aim is not to give details about the story, this review reflects the main lines of the movie.

An argument between Christian Arab father and his daughter over her secretive flirting with a Muslim Arab shows how family reputation among Arabs works as an obstacle for marriages between Muslim Arabs and Christian Arabs. It also dominates individualism.

An Israeli Arab guy stabbed a Jewish man in the heart during the fight over a “noisy sheep of Arabs”. This guy was smoking his hookah on the eve of the fight. With this scene, sheep-cultivation and hookah became connotations for the Israeli Arab identity.

It’s true that the movie successfully points the cage of social identities. However, it would be much striking if this attempt would not have limited to Arabs’ identities. Another shortcoming of the movie is that although it is based on the remnants of the Israeli-Palestinian conflict, it does not question or even touch, the broad socio-economic structure that surround these “criminal Israeli Arab guys”. For instance, why didn’t these guys apply for the police when powerful Arab families threatened them to death? Why were these guys so aggressive against the Israeli police?

Nevertheless, although it deserves some criticism, Ajami is a must watch movie for the ones who are curious about the Middle East.

Kivanc

Kış dönümü...

Yılların ardından… bir merhaba – uzaklarda kalan kendime de! İçtenlikle...   Yazarım belki bundan böyle. Kapattığım kapılar açılır, küfleri ...