sen,
saçlarını mavi sulara nakşeden
tekinsiz özne
yollar bitti
denize vardık
masamda bir bardak
bardakta bir uçak
ağlar giderim
iç odalarımda rakseden
rüya
özgürlük bitti
gece öldü sevgilim
birbirimizden geçtik
güneşe vardık
tenin görünür şimdi
perde aralarından
kumlu tepelerden
keman sırtlarından
hayata çoğalırsın
öğlene varmaz
ölürüm.
Kivanc
11 Aralık, Washington DC
December 12, 2010
December 4, 2010
kelimelerin yatamayacagi bahcede
sen o sari yelkenli olmalisin
camdan asagiya suzulen
ve bir damla gibi
yuzen...
isikli sehirlere giderim
soguk neon yagmurlari gelir
bir kahve alir ellerini isitirim
sonra o alevli, yalniz sahile
kumsaldaki dalgali masa buyur
saclarin uzar
ellerim titrer
sen uyursun
ben buyurum...
sana verecek hic bir sirrim yok benim
kelimelerin yatamayacagi bir bahcede
uzanmisiz oyle
gokyuzu senin
bulutlar benim
aksamustu dort bucuk sularinda
kuzey yarimkurenin herhangi bir bahcesinde
uzaniriz bir kizilligin altina
gunes senin...gunes benim...
Kivanc
4 Aralik, DC
camdan asagiya suzulen
ve bir damla gibi
yuzen...
isikli sehirlere giderim
soguk neon yagmurlari gelir
bir kahve alir ellerini isitirim
sonra o alevli, yalniz sahile
kumsaldaki dalgali masa buyur
saclarin uzar
ellerim titrer
sen uyursun
ben buyurum...
sana verecek hic bir sirrim yok benim
kelimelerin yatamayacagi bir bahcede
uzanmisiz oyle
gokyuzu senin
bulutlar benim
aksamustu dort bucuk sularinda
kuzey yarimkurenin herhangi bir bahcesinde
uzaniriz bir kizilligin altina
gunes senin...gunes benim...
Kivanc
4 Aralik, DC
November 22, 2010
November 5, 2010
bulutlar
bulutlar geldiler!
yağmaya değil
gölgeye...
derunumda
bir akşamüstü var benim
ılık bir rüzgar tepsisinde
güneşten çay bardakları
öylesine kızılım
gökyüzümde ise
perdeli güneşler
gezdiririm
bulutlar geldiler!
istemediğim kadınlar gibi
yağmaya değil
gölgeye...
Kıvanç
6 Kasim-DC
yağmaya değil
gölgeye...
derunumda
bir akşamüstü var benim
ılık bir rüzgar tepsisinde
güneşten çay bardakları
öylesine kızılım
gökyüzümde ise
perdeli güneşler
gezdiririm
bulutlar geldiler!
istemediğim kadınlar gibi
yağmaya değil
gölgeye...
Kıvanç
6 Kasim-DC
November 1, 2010
resistance to banality-siradanliga direnis
biz uc arkadas; bendeniz, Michael ve Francoise, sonbahar fotograflari cekmek icin gunesli bir cumartesi gunu kendimizi sokaklara attik. ekimin son gunesi Washington sokaklarini isitir ve yerdeki yapraklari kizartirken sonbaharin dili olsa da konussa diye dusundum. sonra makinemin diliyle sonbaharin renklerini birlestirip bir seyler anlatmaya karar verdim. yukaridaki fotografi Georgetown'un arka sokaklarinda bir parkta cektim. Siyah ve beyaz arasindaki tonlara (yoksa siz arada baska renkler olmadigini mi saniyorsunuz?) eskiya bir rengin sizmasina izin verdim. herseyi bilen zevzekler kiskanclikla 'photoshop' kullandigimi soylerlerse inanmayin: Hic sonbahara bakmadiklarindandir. bakip da gormediklerindendir. makinemin hosuma giden bir ayari var. fotograf cekerken, kompozisyonunuzu olusturduktan sonra, bir rengi kendi dogal halinde birakip fotografin geri kalanini siyah ve beyaz yapabiliyorsunuz. bu ayari seviyorum cunku bana kendimi ifade ederken daha genis bir manevra alani sagliyor.
yukaridaki kizil yapraklar farkliliklari, dunyayi degistirme arzusunu, mor inekleri, cirkin ordek yavrularini, asileri, laf anlamazlari, elestirinin gucune inananlari, sozunu esirgemeyenleri, escinsellerin onur yuruyuslerini, feministleri, anti-militaristleri ve daha bir cok 'cikinti' gorusu, durusu temsil ediyorlar. bu yapraklardan bir tanesi Hrant Dink'se otekisi Rosa Parks.
diger yapraklar ise hepinizin malumu...
bir isim de verdim fotograflarima: Resistance to Banality yani Siradanliga Direnis...
Kivanc
October 27, 2010
October 24, 2010
çöl tanrıları
pastel bir odada
küflü bir pervaz önüydü
aramızda duran
omzunun sessiz şalıydı
akşam erken indi
bir hamsine takıldı
tenine sepya bir tül dokundu
nehirlerden, uzaklardan
ve afrika'dan bahsettin
bense ellerindeki
çöl tanrılarını
seyrettim
gözyaşlarım yandı yüzümde
aklından bir kez olsun
geçeyim diye...
Kıvanç
24 Ekim-DC
küflü bir pervaz önüydü
aramızda duran
omzunun sessiz şalıydı
akşam erken indi
bir hamsine takıldı
tenine sepya bir tül dokundu
nehirlerden, uzaklardan
ve afrika'dan bahsettin
bense ellerindeki
çöl tanrılarını
seyrettim
gözyaşlarım yandı yüzümde
aklından bir kez olsun
geçeyim diye...
Kıvanç
24 Ekim-DC
October 19, 2010
turuncu
senin bir ölü olduğundan başlıyorum
yazdıkça diriliyor, güzelleşiyorsun
susuyorum,
boğazım küfleniyor
beni öldürüyorsun
bahçelere çıkıyorum
meydanlara uzanıyorum
köşebaşları olmayan sokaklar
arzuluyorum
heyhat...
şehirlerim akvaryum
tek bir balık
turuncu
yüzüyorsun...
Kivanc
19 Ekim, DC
yazdıkça diriliyor, güzelleşiyorsun
susuyorum,
boğazım küfleniyor
beni öldürüyorsun
bahçelere çıkıyorum
meydanlara uzanıyorum
köşebaşları olmayan sokaklar
arzuluyorum
heyhat...
şehirlerim akvaryum
tek bir balık
turuncu
yüzüyorsun...
Kivanc
19 Ekim, DC
Hand Grenades under the Negotiating Table
By Kivanc Ozcan
International Affairs Review, October 18, 2010
The U.S. media is actively covering the latest attempts at an Israeli-Palestinian peace process. But despite this exuberance in the U.S., a closer look at the situation in the Middle East suggests that negotiations may have commenced prematurely and actually endangered the peace process.
Now may not be the right time to hold these talks. Only 32 percent of Palestinians support starting direct negotiations with Israel, according to the Palestinian Center for Public Opinion. There is also strong opposition in Israel, where Foreign Minister Avigdor Lieberman has publicly expressed his discontent with the talks – in direct opposition to Prime Minister Benjamin Netanyahu.
Coming to the negotiating table when major obstacles still exist on both sides may blow up the peace process altogether. Since direct talks trigger such strong objections, the parties should address their internal divisions first. They can continue talking later. The negotiating table is always there.
So far, both Palestinian President Mahmoud Abbas and Netanyahu have been sitting at the negotiating table holding political hand-grenades that make the solution almost impossible. The Palestinian president threatened to leave the talks if settlement construction restarts in the West Bank. In return, Netanyahu has threatened to end the settlement moratorium.
Despite Abbas’ presence at the negotiating table, strong objections to the direct talks persist in Palestinian society and may derail the peace process. On August 31st, Hamas killed four Jewish settlers on the eve of the Washington talks. Thirteen armed Palestinian organizations also threatened to hit Tel Aviv with rockets during the first week of September.
President Abbas’ authority and legitimacy are on the brink of collapse. This will limit his ability to implement an agreement. Many Palestinians view Abbas' willingness to negotiate with the Israeli government as a sign of weakness, if not treason.
U.S. President Barack Obama and Secretary of State Hillary Clinton also appear to have lost their enthusiasm since the beginning of September. In mid-September, at his press conference in the White House, Obama said that the parties would be responsible for a failure. It looks like he is trying to prepare his public for a potential failure.
Supporters of direct talks should understand that Abbas is not former Palestinian Liberation Organization (PLO) leader, Yasser Arafat. Both politically and geographically, Gaza is out of his reach. Rather than talking with his Israeli counterparts, Abbas should spend more time talking with the people in Gaza.
Last week, Netanyahu’s threats on the settlement issue turned into a reality. Religious Jews restarted settlement building in the West Bank. Most members of the Israeli government applauded this development. So, we can say goodbye to the direct talks!
So who will help bridge the internal divide in Israel and put a stop to illegal Jewish settlements in the West Bank? Obama and Clinton can increase the political pressure on Israel by holding back aid. The international community and media can work more efficiently to lift the blockade of Gaza. These steps would be more helpful than giving lip service to the Palestinians.
So far, Israel has tried to tame Gaza by using various measures, from heavy bombing to man hunting, from mass arrests to blockade. To what end? Further radicalization of Gazans and an increased opposition to Israel? Now, it is time to try the untested: fully lift the Gaza blockade.
People may say that peace is impossible without the pressure of the talks. Sure, the negotiations are needed – but only at the right time. Even if Abbas and Netanyahu were to sign an agreement, who would implement it in Gaza? Nobody, because Abbas has no political control there.
Supporters of Israel maintain that Hamas wants to destroy Israel and so, there is no way to talk with them. They should read Jeroen Gunning’s book Hamas in Politics to discover the pragmatism of Hamas and its internal dynamics. Remember, before the Oslo Accords the Palestine Liberation Organization was the biggest terrorist organization for Israel. Today, its members eat with Israelis at the same table.
Finally, supporters of talks now argue that there will never be a trouble-free time to talk, that we must seize the moment. But past successes have always had greater public support. When then PLO leader, Yasser Arafat was talking with then-Israeli Prime Minister Ehud Barak, the vast majority of Palestinians were cheering him despite economic and political problems in Palestine. Today, these people are cursing Abbas for his efforts.
Some experts say that Abbas is successful in providing economic stability in the West Bank. I agree. But his success is widening the gap between Gaza and the West Bank. This gap would be an obstacle for a possible peace.
Do not misunderstand: peace without peace talks is impossible. But the time must be right for talks to produce a durable peace. Both Abbas’ and Netanyahu started to blow up the hand-grenades under the table. The explosion will not injure only these two politicians. The whole region is in danger.
International Affairs Review, October 18, 2010
The U.S. media is actively covering the latest attempts at an Israeli-Palestinian peace process. But despite this exuberance in the U.S., a closer look at the situation in the Middle East suggests that negotiations may have commenced prematurely and actually endangered the peace process.
Now may not be the right time to hold these talks. Only 32 percent of Palestinians support starting direct negotiations with Israel, according to the Palestinian Center for Public Opinion. There is also strong opposition in Israel, where Foreign Minister Avigdor Lieberman has publicly expressed his discontent with the talks – in direct opposition to Prime Minister Benjamin Netanyahu.
Coming to the negotiating table when major obstacles still exist on both sides may blow up the peace process altogether. Since direct talks trigger such strong objections, the parties should address their internal divisions first. They can continue talking later. The negotiating table is always there.
So far, both Palestinian President Mahmoud Abbas and Netanyahu have been sitting at the negotiating table holding political hand-grenades that make the solution almost impossible. The Palestinian president threatened to leave the talks if settlement construction restarts in the West Bank. In return, Netanyahu has threatened to end the settlement moratorium.
Despite Abbas’ presence at the negotiating table, strong objections to the direct talks persist in Palestinian society and may derail the peace process. On August 31st, Hamas killed four Jewish settlers on the eve of the Washington talks. Thirteen armed Palestinian organizations also threatened to hit Tel Aviv with rockets during the first week of September.
President Abbas’ authority and legitimacy are on the brink of collapse. This will limit his ability to implement an agreement. Many Palestinians view Abbas' willingness to negotiate with the Israeli government as a sign of weakness, if not treason.
U.S. President Barack Obama and Secretary of State Hillary Clinton also appear to have lost their enthusiasm since the beginning of September. In mid-September, at his press conference in the White House, Obama said that the parties would be responsible for a failure. It looks like he is trying to prepare his public for a potential failure.
Supporters of direct talks should understand that Abbas is not former Palestinian Liberation Organization (PLO) leader, Yasser Arafat. Both politically and geographically, Gaza is out of his reach. Rather than talking with his Israeli counterparts, Abbas should spend more time talking with the people in Gaza.
Last week, Netanyahu’s threats on the settlement issue turned into a reality. Religious Jews restarted settlement building in the West Bank. Most members of the Israeli government applauded this development. So, we can say goodbye to the direct talks!
So who will help bridge the internal divide in Israel and put a stop to illegal Jewish settlements in the West Bank? Obama and Clinton can increase the political pressure on Israel by holding back aid. The international community and media can work more efficiently to lift the blockade of Gaza. These steps would be more helpful than giving lip service to the Palestinians.
So far, Israel has tried to tame Gaza by using various measures, from heavy bombing to man hunting, from mass arrests to blockade. To what end? Further radicalization of Gazans and an increased opposition to Israel? Now, it is time to try the untested: fully lift the Gaza blockade.
People may say that peace is impossible without the pressure of the talks. Sure, the negotiations are needed – but only at the right time. Even if Abbas and Netanyahu were to sign an agreement, who would implement it in Gaza? Nobody, because Abbas has no political control there.
Supporters of Israel maintain that Hamas wants to destroy Israel and so, there is no way to talk with them. They should read Jeroen Gunning’s book Hamas in Politics to discover the pragmatism of Hamas and its internal dynamics. Remember, before the Oslo Accords the Palestine Liberation Organization was the biggest terrorist organization for Israel. Today, its members eat with Israelis at the same table.
Finally, supporters of talks now argue that there will never be a trouble-free time to talk, that we must seize the moment. But past successes have always had greater public support. When then PLO leader, Yasser Arafat was talking with then-Israeli Prime Minister Ehud Barak, the vast majority of Palestinians were cheering him despite economic and political problems in Palestine. Today, these people are cursing Abbas for his efforts.
Some experts say that Abbas is successful in providing economic stability in the West Bank. I agree. But his success is widening the gap between Gaza and the West Bank. This gap would be an obstacle for a possible peace.
Do not misunderstand: peace without peace talks is impossible. But the time must be right for talks to produce a durable peace. Both Abbas’ and Netanyahu started to blow up the hand-grenades under the table. The explosion will not injure only these two politicians. The whole region is in danger.
October 15, 2010
Generals without epaulets
Since when can the further consolidation of prime ministerial power be called an advance for democracy?
By Kıvanç Özcan
Haaretz 15.10.2010
Turkish Prime Minister Recep Tayyip Erdogan was extremely happy on the night of September 12 in the wake of his AKP party’s victory in the constitutional referendum. Fifty-eight percent of the country’s voters gave their approval to the first major reforms in the country’s constitution since a 1980 military coup.
Some Turkish commentators characterized the results as a slap in the face to Turkish fascists, while in some foreign media Erdogan was described as an “Eastern star” and a “hero.” In the prime minister’s view, the referendum results amounted to an affirmation of democracy.
But “one minute!” − to recall Mr. Erdogan’s interjection from Davos, in January 2009, when a moderator tried to cut him off while he responded angrily to Israeli President Shimon Peres.
Since when can the further consolidation of prime ministerial power be called an advance for democracy? In fact September 12 will be remembered as yet one more slap in the face for Turkish democracy − no less devastating than the 1980 coup, though without the violence.
It’s true that the referendum had nothing to do with Israel, but as our regional neighbors, Israelis should be concerned about the ways in which it weakens Turkish democracy.
To begin with, the very process was itself anti-democratic. Citizens could only give a simple, single “yes” or “no” to a list of 26 different articles, most of which were unrelated to each other and were not arranged by theme on the ballot. Surveys revealed that most voters did not know most of the points they were voting on.
Unfortunately, it was the leaders’ personalities in both camps that influenced many people in their voting.
For his part, Erdogan did not hesitate to harshly warn people against a “no” vote, which he implied would be tantamount to supporting future coups d’etat. In effect, he left the public little option but to vote “yes.” As a result of the vote, the executive has increased its control over the judiciary.
Until now, the constitutional court has served as the last effective check on the government, by hearing challenges to the constitutionality of laws. Additionally, the court also hears cases against the president and prime minister. The referendum increases the number of judges in the court from 11 to 17, and gives the president a larger role in their selection. Little surprise, then, that shortly after the vote, Erdogan (who is suspected of having his eye on the presidency) and his followers initiated a discussion on the presidential system.
Another supposed democratic measure of the referendum package was a clause that makes it legal for civil servants to enter into collective bargaining agreements. Since they are still denied the right to strike, however, the measure is an empty one. That right is to be discussed later.
The main claim of the government in pushing for a “yes” vote was that the constitutional changes weaken the power of the military in favor of the legislative branch. And in fairness, that’s true. It limits the role of the military judiciary in civilian matters, something that even most opponents of the referendum package agreed with. However, this should not overshadow the fact that Erdogan and his party at the same time have weakened the checks on the legislative and executive branches as well.
Erdogan’s ruling party and its supporters maintain that the vote of September 12, 2010, serves to settle an old account with leaders of the September 12, 1980, military coup. That’s very welcome. But if that’s the case, one might have thought that the reforms would include the abolition of the Council of Higher Education. The council, the central ruling body of Turkish universities, may have been the most significant and tangible “gift” of the coup. Its power, which includes the appointment of university rectors, hangs over our institutions of higher learning like a sword of Damocles. But the council is still with us.
Turkish democracy is hardly a lost cause. But if the Erdogan government is serious, as it says it is, about strengthening democracy, it could start by ending the illegal police wiretaps that are used for surveillance of the government’s political enemies.
Erdogan could also apologize to the Turkish people for unethically pressing them to vote “yes” on the referendum. And as the referendum is a temporary measure, and is supposed to be followed by the drafting of a new constitution, he could include the opposition, such as Kurdish deputies in the parliament, in that process.
Some outsiders have asked whether the referendum strengthens the role of Islam in the state. It doesn’t. But a creeping theocracy is not the only concern of Turkish democrats. The changes dictated by the September 12 referendum increase the powers of the executive and legislative branches over the judiciary, and that weakens the separation of powers.
Democratic maturity necessitates respect for the referendum results. But democratic maturity and responsible citizenship require speaking up as well. The results of the vote may be a victory for Erdogan, but they give the Turkish republic no cause for celebration. The crowds applauding Erdogan and his government were actually cheering a new set of generals − without the epaulets.
By Kıvanç Özcan
Haaretz 15.10.2010
Turkish Prime Minister Recep Tayyip Erdogan was extremely happy on the night of September 12 in the wake of his AKP party’s victory in the constitutional referendum. Fifty-eight percent of the country’s voters gave their approval to the first major reforms in the country’s constitution since a 1980 military coup.
Some Turkish commentators characterized the results as a slap in the face to Turkish fascists, while in some foreign media Erdogan was described as an “Eastern star” and a “hero.” In the prime minister’s view, the referendum results amounted to an affirmation of democracy.
But “one minute!” − to recall Mr. Erdogan’s interjection from Davos, in January 2009, when a moderator tried to cut him off while he responded angrily to Israeli President Shimon Peres.
Since when can the further consolidation of prime ministerial power be called an advance for democracy? In fact September 12 will be remembered as yet one more slap in the face for Turkish democracy − no less devastating than the 1980 coup, though without the violence.
It’s true that the referendum had nothing to do with Israel, but as our regional neighbors, Israelis should be concerned about the ways in which it weakens Turkish democracy.
To begin with, the very process was itself anti-democratic. Citizens could only give a simple, single “yes” or “no” to a list of 26 different articles, most of which were unrelated to each other and were not arranged by theme on the ballot. Surveys revealed that most voters did not know most of the points they were voting on.
Unfortunately, it was the leaders’ personalities in both camps that influenced many people in their voting.
For his part, Erdogan did not hesitate to harshly warn people against a “no” vote, which he implied would be tantamount to supporting future coups d’etat. In effect, he left the public little option but to vote “yes.” As a result of the vote, the executive has increased its control over the judiciary.
Until now, the constitutional court has served as the last effective check on the government, by hearing challenges to the constitutionality of laws. Additionally, the court also hears cases against the president and prime minister. The referendum increases the number of judges in the court from 11 to 17, and gives the president a larger role in their selection. Little surprise, then, that shortly after the vote, Erdogan (who is suspected of having his eye on the presidency) and his followers initiated a discussion on the presidential system.
Another supposed democratic measure of the referendum package was a clause that makes it legal for civil servants to enter into collective bargaining agreements. Since they are still denied the right to strike, however, the measure is an empty one. That right is to be discussed later.
The main claim of the government in pushing for a “yes” vote was that the constitutional changes weaken the power of the military in favor of the legislative branch. And in fairness, that’s true. It limits the role of the military judiciary in civilian matters, something that even most opponents of the referendum package agreed with. However, this should not overshadow the fact that Erdogan and his party at the same time have weakened the checks on the legislative and executive branches as well.
Erdogan’s ruling party and its supporters maintain that the vote of September 12, 2010, serves to settle an old account with leaders of the September 12, 1980, military coup. That’s very welcome. But if that’s the case, one might have thought that the reforms would include the abolition of the Council of Higher Education. The council, the central ruling body of Turkish universities, may have been the most significant and tangible “gift” of the coup. Its power, which includes the appointment of university rectors, hangs over our institutions of higher learning like a sword of Damocles. But the council is still with us.
Turkish democracy is hardly a lost cause. But if the Erdogan government is serious, as it says it is, about strengthening democracy, it could start by ending the illegal police wiretaps that are used for surveillance of the government’s political enemies.
Erdogan could also apologize to the Turkish people for unethically pressing them to vote “yes” on the referendum. And as the referendum is a temporary measure, and is supposed to be followed by the drafting of a new constitution, he could include the opposition, such as Kurdish deputies in the parliament, in that process.
Some outsiders have asked whether the referendum strengthens the role of Islam in the state. It doesn’t. But a creeping theocracy is not the only concern of Turkish democrats. The changes dictated by the September 12 referendum increase the powers of the executive and legislative branches over the judiciary, and that weakens the separation of powers.
Democratic maturity necessitates respect for the referendum results. But democratic maturity and responsible citizenship require speaking up as well. The results of the vote may be a victory for Erdogan, but they give the Turkish republic no cause for celebration. The crowds applauding Erdogan and his government were actually cheering a new set of generals − without the epaulets.
September 29, 2010
tuvalin öyküsü
şöminenin önüne boylu boyunca uzanmış
şarabi bir halet-i ruhiye kuşanmış
sonra kırmızı bir suskunluk hasıl oldu:
sana uzaklardan masallar getirdim dedim
geniş kırlar, mutlu papatyalar
ve gülümseyen göller...
avuçlarıma tırmanabilir misin?
diye sordum.
uzak bir ülkenin
sadece onun bildiği bir ırmağında
zamanı yüzdürüp gelmiş
gözleri doldu:
kadife yorgunluklarım var dedi
sararmış fotoğraflar, kurumuş karanfiller
ve parke taşlarında danseden iskarpinler
ışıkları kapatabilir misin?
diye sordu.
bu evdeki bütün renkler ölmüş
duvarlarda sadece sepya bir tuval
unutulmuş
yağmur yağıyordu
gökyüzünde güneş var dedim ona
beyaz bir tirandil geçti camdan
sonra çocuklar, müzikler
ve ayrılıklar
paltonu çıkartabilir misin?
diye sordum
yüzünde çizgiler varmış
güzelliğini maziye dökmüş
zamanı içtim ağır ağır
avuçlarıma tırmandı
demir damlalara dönüştük
şöminede sepya bir tuval
yanmış
saatler durmuş.
Kıvanç
30 Eylül, Washington, DC
şarabi bir halet-i ruhiye kuşanmış
sonra kırmızı bir suskunluk hasıl oldu:
sana uzaklardan masallar getirdim dedim
geniş kırlar, mutlu papatyalar
ve gülümseyen göller...
avuçlarıma tırmanabilir misin?
diye sordum.
uzak bir ülkenin
sadece onun bildiği bir ırmağında
zamanı yüzdürüp gelmiş
gözleri doldu:
kadife yorgunluklarım var dedi
sararmış fotoğraflar, kurumuş karanfiller
ve parke taşlarında danseden iskarpinler
ışıkları kapatabilir misin?
diye sordu.
bu evdeki bütün renkler ölmüş
duvarlarda sadece sepya bir tuval
unutulmuş
yağmur yağıyordu
gökyüzünde güneş var dedim ona
beyaz bir tirandil geçti camdan
sonra çocuklar, müzikler
ve ayrılıklar
paltonu çıkartabilir misin?
diye sordum
yüzünde çizgiler varmış
güzelliğini maziye dökmüş
zamanı içtim ağır ağır
avuçlarıma tırmandı
demir damlalara dönüştük
şöminede sepya bir tuval
yanmış
saatler durmuş.
Kıvanç
30 Eylül, Washington, DC
September 26, 2010
kara
utandiran bir tadi olmali
tedirginlikten usengeclige gecisin
bosverislerden daha derin
kendine seyirci kalisin
ruzgarin onundeki
yaprak bile degilsin artik
hersey gecti
butun trenler gitti
tukendi zaman
acik kaldi yaran
beklemistim oysa
ne cok ne cok...
yarali bir hayvan oldum
yakalari kavusmayan sehir oldum
sonunda ruzgar oldum
gectim senden,
uzak bir kuzey gecesiyim simdi
alnimda mavi buz saraylari
ardimda yalazli bir yara
senin gibi
kizil ve kara...
Kivanc
26 Eylul, Washington DC
tedirginlikten usengeclige gecisin
bosverislerden daha derin
kendine seyirci kalisin
ruzgarin onundeki
yaprak bile degilsin artik
hersey gecti
butun trenler gitti
tukendi zaman
acik kaldi yaran
beklemistim oysa
ne cok ne cok...
yarali bir hayvan oldum
yakalari kavusmayan sehir oldum
sonunda ruzgar oldum
gectim senden,
uzak bir kuzey gecesiyim simdi
alnimda mavi buz saraylari
ardimda yalazli bir yara
senin gibi
kizil ve kara...
Kivanc
26 Eylul, Washington DC
September 24, 2010
Non-UN Peacekeeping Operations in the Middle East Revisited
by Kivanc Ozcan
This short article aims to develop a critical perspective on Mona Ghali’s article: Non-UN Peacekeeping Operations in the Middle East. As it is stated in Ghali’s study, the presence of the Multinational Force and Observers (MFO) in the region dates back to 1982 when non-UN peacekeeping forces deployed in Sinai and Beirut.
To begin with, raising criticisms of the MFO in Sinai is possible with the critical reading of the Camp David Accords and the March 1979 Peace Treaty. Whereas Anwar Sadat inferred that the Accords resolved the return of the all lands confiscated after 1967, returning the Sinai to Egypt was sufficient for Menachem Begin. Apart from the ambiguous nature of the Accords, the last article of the 1979 treaty, which is based on the freedom of navigation in the Gulf of Suez, the Gulf of Aqaba and the Strait of Tiran, prioritizes Israeli economic and security interests.
Following the expiration of its mandate, UNEF II withdrew from the Sinai in 1979. Without mentioning why, Ghali argues that the UN forces were unproductive. The author also implies that an anticipated Soviet Union veto for the deployment of the UN force in Sinai was the main motive behind the creation of MFO. However, the reason behind potential Soviet Union veto remains intact.
The formation and structure of the MFO is another matter of debate. Mostly Anglo-Saxon countries and the U.S. dominated countries supported this initiative. The U.S appoints the Director General of the MFO. In addition to these, the military and economic contributions of the U.S. are far more than the other supporters. Also, the Observer Unit of MFO evolved from the U.S. Sinai Field Mission all members of which were U.S. citizens. So, provocative ideas such as that Egypt had become neo-imperialisms latest victim and that the MFO treaty is the subordination of Egyptian interests to US security interests should be reviewed.
Furthermore, the Protocol of August 1981 assured that the withdrawal of the MFO would require both parties’ approval. That is to say the withdrawal of an international force from Egyptian territory is impossible without the consent of another country. How would it be related to the concept of territorial sovereignty?
Without any doubt, President Sadat consciously changed the nature of the political climate between Egypt and its former Arab allies, and the image of his country, by becoming a U.S. ally. But how has the presence of the MFO in the Middle East changed the image of U.S. in the region? The Multinational Force (MNF) in Beirut may provide an answer for this question.
The first MNF successfully fulfilled its responsibility by evacuating Palestinian and Syrian fighters from Lebanon in 1982. However, the problems arose with the deployment of the MNF II. As its duties were not clearly set and its avoidance of the sui generis conditions of Lebanese society, the MNF II became one of the fighting sides in the country.
However, it was predictable that American and French-dominated structure of the MNF II might escalate the tensions in this ethnically diverse and politically polarized country, and jeopardize the impartiality of the force. The author rightly quotes from Kamal Salibi that the tension between Arabism and Lebanism was the main pillar of the conflict in Lebanon. Therefore, the deployment of French forces, which has historical connections with Lebanon’s Christians, paved the way of the radicalization of various Muslim fractions in the country.
Furthermore, the training of the Christian dominated Lebanese Armed Forces (LAF) by the MNF II alarmed Sunni and Shia militias as they opposed to the idea of PaxAmericana and unfair power sharing in Lebanon. So, unanticipated results such as the rise of Iranian influence on Lebanese politics came into play and hastened the withdrawal of MNF II from Lebanon. In her conclusion, Ghali argues that MNF II was not successful since they deployed into a politically polarized environment. However, this superficial conclusion does not answer the question of whether the U.S. and France consciously used the MNF II as a tool to transform Lebanese politics in favor of their interests.
To sum up, as it is seen in Sinai case, consent of the fighting parties is a prerequisite for the success of MFO or MNF. Those cases demonstrate that different dynamics are in play for inter-state and intra-state conflicts. Lebanon case clearly demonstrates that the ‘hidden’ identity of MNF may have led to escalation and deepening of a conflict.
This short article aims to develop a critical perspective on Mona Ghali’s article: Non-UN Peacekeeping Operations in the Middle East. As it is stated in Ghali’s study, the presence of the Multinational Force and Observers (MFO) in the region dates back to 1982 when non-UN peacekeeping forces deployed in Sinai and Beirut.
To begin with, raising criticisms of the MFO in Sinai is possible with the critical reading of the Camp David Accords and the March 1979 Peace Treaty. Whereas Anwar Sadat inferred that the Accords resolved the return of the all lands confiscated after 1967, returning the Sinai to Egypt was sufficient for Menachem Begin. Apart from the ambiguous nature of the Accords, the last article of the 1979 treaty, which is based on the freedom of navigation in the Gulf of Suez, the Gulf of Aqaba and the Strait of Tiran, prioritizes Israeli economic and security interests.
Following the expiration of its mandate, UNEF II withdrew from the Sinai in 1979. Without mentioning why, Ghali argues that the UN forces were unproductive. The author also implies that an anticipated Soviet Union veto for the deployment of the UN force in Sinai was the main motive behind the creation of MFO. However, the reason behind potential Soviet Union veto remains intact.
The formation and structure of the MFO is another matter of debate. Mostly Anglo-Saxon countries and the U.S. dominated countries supported this initiative. The U.S appoints the Director General of the MFO. In addition to these, the military and economic contributions of the U.S. are far more than the other supporters. Also, the Observer Unit of MFO evolved from the U.S. Sinai Field Mission all members of which were U.S. citizens. So, provocative ideas such as that Egypt had become neo-imperialisms latest victim and that the MFO treaty is the subordination of Egyptian interests to US security interests should be reviewed.
Furthermore, the Protocol of August 1981 assured that the withdrawal of the MFO would require both parties’ approval. That is to say the withdrawal of an international force from Egyptian territory is impossible without the consent of another country. How would it be related to the concept of territorial sovereignty?
Without any doubt, President Sadat consciously changed the nature of the political climate between Egypt and its former Arab allies, and the image of his country, by becoming a U.S. ally. But how has the presence of the MFO in the Middle East changed the image of U.S. in the region? The Multinational Force (MNF) in Beirut may provide an answer for this question.
The first MNF successfully fulfilled its responsibility by evacuating Palestinian and Syrian fighters from Lebanon in 1982. However, the problems arose with the deployment of the MNF II. As its duties were not clearly set and its avoidance of the sui generis conditions of Lebanese society, the MNF II became one of the fighting sides in the country.
However, it was predictable that American and French-dominated structure of the MNF II might escalate the tensions in this ethnically diverse and politically polarized country, and jeopardize the impartiality of the force. The author rightly quotes from Kamal Salibi that the tension between Arabism and Lebanism was the main pillar of the conflict in Lebanon. Therefore, the deployment of French forces, which has historical connections with Lebanon’s Christians, paved the way of the radicalization of various Muslim fractions in the country.
Furthermore, the training of the Christian dominated Lebanese Armed Forces (LAF) by the MNF II alarmed Sunni and Shia militias as they opposed to the idea of PaxAmericana and unfair power sharing in Lebanon. So, unanticipated results such as the rise of Iranian influence on Lebanese politics came into play and hastened the withdrawal of MNF II from Lebanon. In her conclusion, Ghali argues that MNF II was not successful since they deployed into a politically polarized environment. However, this superficial conclusion does not answer the question of whether the U.S. and France consciously used the MNF II as a tool to transform Lebanese politics in favor of their interests.
To sum up, as it is seen in Sinai case, consent of the fighting parties is a prerequisite for the success of MFO or MNF. Those cases demonstrate that different dynamics are in play for inter-state and intra-state conflicts. Lebanon case clearly demonstrates that the ‘hidden’ identity of MNF may have led to escalation and deepening of a conflict.
September 14, 2010
artik yordunuz...
Artik yordunuz... Referandum icin dagittiginiz rusvetler, cevirdiginiz dolaplar, oyuna bile sahip olamayan muhalefet lideri ve irkciligin dislerini gostermeye her zaman hazir olanlar. Yarattiginiz bu karmasa ve kargasanin icinde dusunemez olmusum. Her birimizin onceden belirlenen bir tarafi ve buna gore oynamamiz gereken roller vardi. Hayir diyen darbeci Evet diyen aptaldi. Ve biz bu topraklarda beraber yasamak zorunda oldugumuzu gormemek icin cabaladik. Kibarlik yapip cabaladik diyorum ama kendi adima konusacak olursam ben ne darbeciyim ne de referandumda evet dedim. Sizler tepisirken ben kullanacagim oyu anlamlandirmak icin bu ulkenin en saygin bilim insanlarinin yazilarini okuyordum. Sandikta benimle ayni dogrultuda oy kullanan insanlarin bir bolumuyle adimin ayni cumlede gecmesi bile benim icin utanclarin en buyugudur. Fakat sunu da belirtmek isterim, artik yalniz ve guzel ulkemde siyaset yapma alani tek bir gucun elinde toplaniyor ve haliyle daraliyor. Benim tamamen karsisinda oldugum sagci ve muhafazakar bir zihniyetin kafesine giriyoruz. Kiz arkadasiyla elele tutustugu icin parktaki genci dovduren adamlar simdi yargiyi ele gecirdiler. Alevilere zorla Sunnilik ogretmek isteyenler simdi biraz daha guclendiler. Iscileri Taksim'de ve Kizilay'da coplayanlar simdi baskanlik sisteminden soz ediyorlar. Kurtlerin temsilcilerini muhattap almadan acilim yapmaya kalkisanlar hepimizin telefonlarini dinliyorlar. Bu memleketin irkcisindan, ulusalcisindan yeterince tiksindim, tiksiniyorum. Bu nefretimi muhafazakar iktidarindan mi esirgeyecegim?
Artik yordunuz... Kurtlerin, Alevilerin, iscilerin ve yoksullarin haklari icin cabaladiklarini soyleyenler cemaatin iktidariyla cilvelesiyorlar simdi. Gucun karsisinda hizaya geciyorlar. Onumuzdeki yillarda yasayacagim ulkeyi belirlemek icin ugrastigim su zamanlarda benim icin once buyuk bir uzuntu sonra da motivasyon kaynagi oldu bu geride biraktigimiz 10 gun. Kusura bakmayin, bireysel iliskilerinizden, kurumsal iliskilerinize kadar kocaman bir guvensizlik, ruhsuzluk, tasralilik ve paranoyaklik uzerine kurdugunuz bu cumhuriyet benim cumhuriyetim degil. Dini sorunlarinizi yasaklarla, etnik sorunlarinizi silahlarla, siyasi sorunlarinizi hamasetle cozmeye devam edebilirsiniz. Universitelerde turban serbest olsun dedigimde AKP'li, Kurt sorununu silahla cozemeyiz dedigimde PKK'li, referandumda Hayir dedigimde askerci dediginiz BENDENIZ savundugu siyasi dusunce ne olursa olsun cigeri bes para etmeyen ve suratlarina tukurmek istedigim adamlarla ugrasmaktan artik gercekten yoruldum.
Artik yordunuz... Bugun belki de bundan sonra, Turkiye'ye sadece turistik ziyaret icin gelmemi gerektirecek olan is basvurumu yaparken boyle duygular icindeydim. Kabul edilirim veya edilmem orasini bilemiyorum. Ama bildigim bir sey var, ben artik bu sosyal demokrat musveddeleriyle, islamcilarla, irkcilarla ve darbecilerle ayni oksijeni solumamak icin canimi disime takmis bulunuyorum!
Artik yordunuz... Kurtlerin, Alevilerin, iscilerin ve yoksullarin haklari icin cabaladiklarini soyleyenler cemaatin iktidariyla cilvelesiyorlar simdi. Gucun karsisinda hizaya geciyorlar. Onumuzdeki yillarda yasayacagim ulkeyi belirlemek icin ugrastigim su zamanlarda benim icin once buyuk bir uzuntu sonra da motivasyon kaynagi oldu bu geride biraktigimiz 10 gun. Kusura bakmayin, bireysel iliskilerinizden, kurumsal iliskilerinize kadar kocaman bir guvensizlik, ruhsuzluk, tasralilik ve paranoyaklik uzerine kurdugunuz bu cumhuriyet benim cumhuriyetim degil. Dini sorunlarinizi yasaklarla, etnik sorunlarinizi silahlarla, siyasi sorunlarinizi hamasetle cozmeye devam edebilirsiniz. Universitelerde turban serbest olsun dedigimde AKP'li, Kurt sorununu silahla cozemeyiz dedigimde PKK'li, referandumda Hayir dedigimde askerci dediginiz BENDENIZ savundugu siyasi dusunce ne olursa olsun cigeri bes para etmeyen ve suratlarina tukurmek istedigim adamlarla ugrasmaktan artik gercekten yoruldum.
Artik yordunuz... Bugun belki de bundan sonra, Turkiye'ye sadece turistik ziyaret icin gelmemi gerektirecek olan is basvurumu yaparken boyle duygular icindeydim. Kabul edilirim veya edilmem orasini bilemiyorum. Ama bildigim bir sey var, ben artik bu sosyal demokrat musveddeleriyle, islamcilarla, irkcilarla ve darbecilerle ayni oksijeni solumamak icin canimi disime takmis bulunuyorum!
September 6, 2010
north gates
rivers pass through her
in a twilight north morning
in that frosty hillside
to the last lights of the city
she sang indigo songs
then shut the city gate
by tiptoeing
rails divided the night
rain was on us, as always
calamities pass through her pen
in a red north summer
in that immigrant district
in number 35 or Rinkeby
in an old-bus or under a graffiti
she depicted bloody exile stories
then salty water of bitterness, aspiration and anger
touched to her lips
rails divided the night
then north gates
were widely opened.
Kivanc
December 3, 2009
Malmo-Stockholm train
P.S: P.S: I am thankful to my friend, Karianne Francoise Lundgaard, for her encouragement to translate my poems into English.
in a twilight north morning
in that frosty hillside
to the last lights of the city
she sang indigo songs
then shut the city gate
by tiptoeing
rails divided the night
rain was on us, as always
calamities pass through her pen
in a red north summer
in that immigrant district
in number 35 or Rinkeby
in an old-bus or under a graffiti
she depicted bloody exile stories
then salty water of bitterness, aspiration and anger
touched to her lips
rails divided the night
then north gates
were widely opened.
Kivanc
December 3, 2009
Malmo-Stockholm train
P.S: P.S: I am thankful to my friend, Karianne Francoise Lundgaard, for her encouragement to translate my poems into English.
olive and keffiyeh
i had an olive tree
branches of which
reached out to the mediterranean
i was a keffiyeh
salty, tired and sweaty
in my lands
they opened the doors
to remotes
then curtains were off
i had a country
my hands are reaching ahead to it
i am a rebellious keffiyeh now
hugging all winds of the
mediterranean
i am listening to the sound of Jerusalem
on my olive trees:
blood spots... blood spots
Kivanc
March 15, 2010
Jerusalem
branches of which
reached out to the mediterranean
i was a keffiyeh
salty, tired and sweaty
in my lands
they opened the doors
to remotes
then curtains were off
i had a country
my hands are reaching ahead to it
i am a rebellious keffiyeh now
hugging all winds of the
mediterranean
i am listening to the sound of Jerusalem
on my olive trees:
blood spots... blood spots
Kivanc
March 15, 2010
Jerusalem
the song of no: 1825
she fetched me a new city
we put up bored-umbrellas
drank rains
i gave her small light beacons
we stepped to smiling streets
and felt sleepy:
made a blanket
by our skins
i fetched her a dream
and new coincidences
we passed through
murmur sleeps
she whispered me the secret of her hands
and new touches
Kivanc
February 10, 2010
Washington, DC
we put up bored-umbrellas
drank rains
i gave her small light beacons
we stepped to smiling streets
and felt sleepy:
made a blanket
by our skins
i fetched her a dream
and new coincidences
we passed through
murmur sleeps
she whispered me the secret of her hands
and new touches
Kivanc
February 10, 2010
Washington, DC
tranquil
pavement stones were dewy
when she came
and oldie ghosts were
in a deep sleep.
she came and snuffed out
all the street lamps on duty
i touched the exhaustion of the city
over her shoulders
she was placid
a city undressed with her...
morning laid between us
as a grey gulf
when she sidled up to me
she had left all her storms
off the coast
had become tranquil
Kıvanç (April 16, 2010
Washington DC)
September 5, 2010
Yoko Ono agaci...
Bir gun yollari asacagim ve ona olan biteni anlatacagim. Orta Dogu sokaklarinda onu Lubnan'a benzettigimi soyleyerek baslayacagim. Isvec gecelerinde uzayip giden kelimelerin anlamindan bahsedecegim. Ama soylemek istedigim en guzel cumle sonda olacak. Simdi Washington DC'de bir agacin dalinda usulca sallanan o cumleyi ona fisildadigimda belki o buyulu mesajin anlamini anlar ve bana gulumser....
Evet. Bana yeni bir hayat ver. Icinde mavi, yazi ve..... olsun.
k.
Evet. Bana yeni bir hayat ver. Icinde mavi, yazi ve..... olsun.
k.
August 21, 2010
Filistin’e Yeni Bakışlar: Hamas, Otorite ve Değişim*
Kıvanç Özcan
Filistin’de değişen güç dengeleri ve Hamas
Ocak 2006 seçimleri Filistin’deki güç dengelerini değiştirdi ve Arap – İsrail meselesindeki kartları yeniden dağıttı. Oyların %43’ünü alan Hamas, meclisteki sandalyelerin çoğunu kazanarak iktidara geldi. Hamas’ı sadece İsrail’e karşı düzenlediği silahlı saldırılarıyla düşünmeye alışmış Batı dünyası, Hamas’ın seçim zaferini hoşnutsuzlukla karşıladı. Gelişmiş ülke devletlerinin Filistin’e yaptığı ekonomik yardımların önemli bir ölçüde kesilmesi bu hoşnutsuzluğun bir yansıması olarak okunabilir. Ayrıca, Hamas’ın seçim zaferinden sonra bölgede yükselen tansiyon, yerini El Fetih ve Hamas militanları arasındaki kanlı iç savaşa bıraktı. Bu iç savaş, Haziran 2007’de Filistin’de yeni bir statükonun oluşmasıyla sona erdi. Bu tarihten beri Hamas Gazze Şeridi’ni kontrol ederken, El Fetih de Batı Şeria’da hakimiyetini sürdürüyor…
Aberystwyth Üniversitesi öğretim üyesi ve Orta Doğu’daki sosyal hareketler uzmanı olan Jeroen Gunning’in son çalışması Hamas üzerine yapılan çalışmalardaki boşluğu doldurduğu gibi genel olarak sosyal hareketlerin nasıl çalışılması gerektiğine dair önemli ipuçları sunuyor. Henüz Türkçeye çevrilmeyen Siyasette Hamas: Demokrasi Din ve Şiddet kitabı**, Hamas üzerine derinlemesine bir analiz sunarken, ağır jargon kullanmaktan kaçınarak okumayı kolaylaştıran yaklaşımıyla dikkat çekiyor.
Hamas’ı Gazze Şeridi’nden Çalışmak
Batı dünyasında Hamas üzerine yürütülen siyasi ve akademik tartışmalarda egemen olan görüşler kısaca şunlardır: 1) Hamas’ın içselleştirmiş olduğu bir takım özellikler vardır. Şiddete başvurmak bunların başında gelir. 2) Hamas değişemez ve değişmeyecektir. Bu egemen görüşler fanatik davranışlara odaklanıp örgütün çelişkilerini önemsemezler. Bu görüşlerin sahipleri Hamas’ın hemen her davranışını önyargılara dayalı düşünceleriyle değerlendirirler.
Kitabın birincil kaynaklar üzerine yoğunlaşması ve Hamas’ın yazılı dokümanlarının ötesine geçmesi, çalışmayı ikna edici kılan en önemli faktörler. Bunlara ek olarak, yazarın “eleştirel metodoloji” olarak tanımladığı bakış açısı İslam’ı tarihsel ve sosyopolitik bağlamın içine yerleştiriyor; İslam’ı gelişen, dönüşen ve yeni yorumlara açık bir gelenek olarak kavramsallaştırıyor.
Orta Doğu’da yaramaz bir çocuk: Hamas’ın doğuşu ve gelişimi
Gunning, Hamas’ın sürekli değişen bir siyasi çevrenin ürünü olduğunu belirterek, sosyal hareket teorilerini kullanarak Hamas’ın geçirdiği siyasi değişimleri ve değerlendirebileceği fırsatları üç seviyede analiz ediyor:
1) Devlet ve daha geniş sosyo-ekonomik yapılar,
2) Kurumsal güç,
3) İdeolojik faktörler.
Hamas nasıl düşünür? Örgütün siyasi felsefesi…
Gunning, Hamas üyelerinin nasıl düşündüklerini ve örgütün siyasi teorisini de detaylı olarak açıklıyor. Daha çok otorite, birey-devlet ilişkileri ve şeriat hukuku üzerinden örgütün siyasi felsefesini anlamaya çalışıyor.
İktidarın kullanımı: Hamas’ta otorite…
Gunning, Hamas’ın örgüt içindeki güç kullanımı yöntemlerini incelerken daha çok Bourdieu’nün sosyal, ekonomik ve kültürel sermaye kavramlarından yardım alıyor. Aynı zamanda Hamas’ın kurumsal örgütlenme şemasını net bir şekilde belirtiyor.
Her ne kadar Hamas’ın karar alma modelleri ilk bakışta sorunsuz gözükse de Gunning’in çalışmasında belirttiği gibi, içinde birtakım problemler barındırıyor. Örneğin, herkesçe tanınan ve baskın olan Hamas üyeleri öteki üyelerin kararlarını etkileyebiliyorlar. Sadece halk desteği olan üyeler alternatif görüşleri savunabilecek güce sahipler. Ayrıca örgüt liderlerinin coğrafi yönden dağınık yaşaması da karar almayı ve otoritenin kullanımını etkileyen faktörlerden. Bunlara ek olarak, seçimle işbaşına gelenlerle dini referanslarla otorite sahibi olanlar arasındaki gerilim de Gunning’in başarıyla ortaya koyduklarından.
Hamas, seçimler ve şiddet
2004 ve 2006 seçimleri Filistin’de ilk defa muhalafetin El Fetih’e karşı demokratik yollardan başarı kazandığı ve devlet mekanizmalarına eriştiği seçimlerdir. Hamas’ın zaferinde tabana yayılan bir örgüt olması ve geniş kitlelere danışarak kararlar alması etkili olmuştur. Gunning’in çalışması, örgütün sadece gelir seviyesi düşük olan mültecilerin kamplarında değil, aynı zamanda şehirlerde de başarı elde ettiğini kanıtlıyor.
Hamas ve demokratikleşme
Örgüt yapısının giderek değişmesi ve evrilmesi danışma ve katılım mekanizmalarının daha fazla uygulanmasını beraberinde getirdi. Gunning farklı sınıfları homojen yapılar olarak algılayan çalışmalara karşı çıkarak, Hamas’ın içindeki farklılıklar ve demokrasi arasında bir ilişki kurmaya çalışıyor. Bu noktada kitabın başındaki iddiasını tekrarlayarak İslam ile demokrasi arasında giderilemeyecek bir uyumsuzluk olduğu fikrini sert bir şekilde reddediyor.
Sonuç olarak, Jeroen Gunning’in Siyasette Hamas: Demokrasi Din ve Şiddet isimli çalışması Hamas literatürüne çok önemli katkılar sunuyor. Sosyal hareketler ve Orta Doğu siyaseti çalışan araştırmacılar için sağlam bir metodoloji ve teorik çerçeve sunmasıyla da birçok çalışmanın arasından sıyrılıyor.
(*) Yukarıdaki yazinin tamami dogudan dergisi'nin 17. sayisinda (Direnişin Güneyi ve Doğusu: Latin Amerika ve Orta Doğu) yayimlanmistir. Yazinin tamamina erismek isteyenlerin dogudan dergisinin 17. sayisini almalari rica olunur.
**Jeroen Gunning, Hamas In Politics: Democracy Religion Violence,
Columbia University Press, 2009, 310 sayfa.
July 1, 2010
siren
siren seslerini duymadik
hicbirimiz
kablumbagalar da gelmediler
sabah yine ayni kivrimli sarkilar
kumsala alenen sizmislar
oysa,
dolunaya ne kadar az kalmisti
yine de gordum gozlerini
yorgun ve bekledigi aciyi yasamaya baslayan
dolunay oncesi ay'lardan
icimize sizan neydi?
hayalet yazarlar seffaf sayfalara yazdilar:
tedmur'dan karpaz'a bir kum firtinasi esmis
kumsala bir bedevi cole ise kaplumbagalar dusmus
bu firtinada gozlerimize kacanlar neydi?
siren seslerini duymadik
hicbirimiz...
Kivanc
(Sam, 1 Temmuz)
June 9, 2010
Stratejik Derinlik: Bir dış politika eleştirisi (*)
Kıvanç Özcan
Ahmet Davutoğlu’nun 2000’li yılların başında yayımladığı Stratejik Derinlik – Türkiye’nin Uluslararası Konumu başlıklı kitabı Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara gelmesinden sonra Türkiye’nin dış politikasında yaşanan yeni gelişmelere ve değişimlere paralel olarak en çok tartışılan akademik kitaplardan birisi oldu. Davutoğlu’nun Türk dış politikası için yaptığı öneriler önce uluslararası kamuoyunda sonra da Türk medyasında ve akademik çevrelerde ‘Yeni Osmanlıcılık’ olarak nitelendirilmeye başlandı.
Odağına Ahmet Davutoğlu’nun söz konusu eserini alan bu yazının iki temel amacı vardır. İlk olarak Stratejik Derinlik isimli eser eleştirel bir gözle incelenecek ve kitabın temel derdi açıklanmaya çalışılacaktır. İkinci olarak ise, Stratejik Derinlik’ten hareketle Yeni Osmanlıcılık kavramı için giriş niteliğinde olacak bir tartışma yapılacaktır.
Stratejik Derinlik isimli hacimli ve kapsamlı çalışma Türkiye’nin dış politikasının 2000’li yıllarda nasıl yönetildiğini anlamak için okunması gereken bir eser. Her ne kadar kitapta geçen “tarihi derinlik” ve “tarihi mirasın kullanılması” gibi kavramların biraz daha açıklanmasına ihtiyaç olsa da Davutoğlu tutarlı ve uzun vadeli bir dış politika yapımı için önemli argümanlar sunuyor. Buna ek olarak, 2000’li yıllara kadar esas alınan ve bugün de Türk siyasetinde etkili bazı kurumların uygulanmasında ısrar ettiği statükolara yönelik eleştiriler de kitabın önemini artırıyor.
Türkiye yüzünü doğuya dönerken: Yeni Osmanlıcılık
AKP iktidara geldiğinden bu yana Türk dış politikasında bir takım temel değişikliklere gitmeye başladı. Ahmet Davutoğlu kendisinden önceki dış işleri bakanlarına danışmanlık yaparken de hissedilmeye başlanan bu değişiklikler Davutoğlu’nun bakanlığı döneminde çok daha fazla görünür oldu. Bu yeni dış politika anlayışını dış basın “Yeni Osmanlıcılık” olarak tanımladı, sonra da iç kamuoyunda da bu tanım yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Her ne kadar AKP kadroları ve Davutoğlu bu tanımı kabul etmekte gönülsüz davransalar da yapmak istedikleri değişikliklerin Türkiye’nin 2000’li yıllara kadar sürdürülen dış politika anlayışından bir kopuşu işaret ettiği de açık.
Özetle AKP iktidarıyla birlikte Türkiye’nin dış politikasında gözlemlenen değişimleri adlandırmak için ortaya atılan Yeni Osmanlıcılık kavramı Türkiye’nin geçmişi nasıl algıladığından hareketle kimlik meselelerine de temas ediyor. Bölgesel bir güç olmanın Kürt meselesi gibi bölgeyle ilişkili iç problemleri halletmekten geçtiğini savunan bu yeni politik bakış Osmanlı mirasının özellikle Orta Doğu’da aktifleştirilerek Türkiye’ye yeni fırsatlar yaratılması gerektiğini ileri sürüyor. Fakat, hükümetin İsrail’e karşı izlediği agresif tutum ve AB’ye yönelik şüpheci söylem Yeni Osmanlıcılık politikasının etki alanını daraltabilir. Çünkü Davutoğlu’nun öncelik verdiği bölgeleri İsrail’den ve AB’den bağımsız düşünmek mümkün değildir. Ki zaten İsrail’in Suriye ile olan görüşmelerde Türkiye’nin arabuluculuğuna karşı son zamanlarda takındığı olumsuz tavır bu handikapın işareti olarak okunmalıdır. Son olarak, Yeni Osmanlıcılık Türkiye’de 2000’li yıllarda yaşanan büyük dönüşümde iktidardaki AKP’nin kimlik ve dış politika yapımında aldığı pozisyonun bir diğer adıdır.
(*) Yukarıdaki yazinin tamami dogudan dergisi'nin 16. sayisinda yayimlanmistir. Yazinin tamamina erismek isteyenlerin dogudan dergisinin 16. sayisini almalari rica olunur.
Yeni-Osmanlicilik: Bati ile Iliskilerde Yeni Bir Evre
Kendi cografyamizdan konusmaya devam ediyoruz...
dogudan dergisi 16. sayisiyla okurlarla bulusuyor: "Yeni-Osmanlicilik: Bati ile Iliskilerde Yeni Bir Evre" Yazarlar: Cem Somel, Mehmet Bekaroglu, Akif Emre, Ceyda Karan, Ilhan Uzgel, Volkan Yaramis, Fulya Atacan, Kansu Yildirim, Serhat Toker, Kivanc Ozcan, Dincer Demirkent, Eren toprak, Okay Bensoy
May 11, 2010
orta doğu'ya doğru...
Güneşe çık. Teraslardan şehirlere bak. Düşün. Şiirler oku. Cümleler kur. İnsanların gözlerine bak. Yoksulluklarını hisset. Umutlarına dokun. Hayaller kur. Suzan Kardeş dinle. İzmir körfezine bak. Başın biraz dönsün. Kavgaları unut. Nefes al. Nefes al. İnsanları dinle. Öfkelerindeki mantıksızlıklara tebessüm et. Çelik zırhlarını yıpratma. Mutsuzluğunu kendi topraklarında yok et. Kitapçılara gir. Kahve iç. Saatlerini harca. Arkadaşlarını özle. İnsanlığını kaybetme. Otobüse binme. Martılara güverteden simit at.
Yalnız kal. Kentlerinden uzaklaş. Başka ülkelerde kendine dokun. Gökyüzüne bakış açını değiştir. Yeni insanlar tanı. Büyük hayatlar yaşa. Korkma. Aldırma. Kafeslere girme. Karşılaştırma yapma. Ödün verme. Rüzgarı hisset. Yorulmadan durma. Aşık ol. Anlat. Anlat.
Gülümse. Sarı taşlı binalara dokun. Pirinç yataklarda yat. Kapalı çarşıları adımla. Kanatlarını hayallerine aç. İnsanlar konuşsunlar. Onları onlara bırak. Yumruklarını sık. Dişlerini sık. Fotoğraflar çek. Başka hayatları içine çek. Tüketme. Üret. Kendini yenile. Ruhunu özgürleştir. E-postaların azını oku. Telefonları kısa kes. Kızma. Küfürü bas. Gül. Şehirlerin uğultusunu içine çek. Yıldızları seyret. Çimlere uzan. Anlamlı bakışlara dokun. Sorgulayanlara arkanı dön. Usulca yürü. Yangından uzaklaş. Başka bir yangına katıl. Geçmişi çekmecelere kilitle. Kalemini kuşan. Aklını kayıt cihazı yap. Yaz. Yaz. Yaz.
Kivanc
Yalnız kal. Kentlerinden uzaklaş. Başka ülkelerde kendine dokun. Gökyüzüne bakış açını değiştir. Yeni insanlar tanı. Büyük hayatlar yaşa. Korkma. Aldırma. Kafeslere girme. Karşılaştırma yapma. Ödün verme. Rüzgarı hisset. Yorulmadan durma. Aşık ol. Anlat. Anlat.
Gülümse. Sarı taşlı binalara dokun. Pirinç yataklarda yat. Kapalı çarşıları adımla. Kanatlarını hayallerine aç. İnsanlar konuşsunlar. Onları onlara bırak. Yumruklarını sık. Dişlerini sık. Fotoğraflar çek. Başka hayatları içine çek. Tüketme. Üret. Kendini yenile. Ruhunu özgürleştir. E-postaların azını oku. Telefonları kısa kes. Kızma. Küfürü bas. Gül. Şehirlerin uğultusunu içine çek. Yıldızları seyret. Çimlere uzan. Anlamlı bakışlara dokun. Sorgulayanlara arkanı dön. Usulca yürü. Yangından uzaklaş. Başka bir yangına katıl. Geçmişi çekmecelere kilitle. Kalemini kuşan. Aklını kayıt cihazı yap. Yaz. Yaz. Yaz.
Kivanc
April 21, 2010
Socialism 2010
Socialism 2010 - Ideas for Changing the World from International Socialist on Vimeo.
With the economy in shambles and with wars and occupations continuing, the challenge to change these conditions confronts us all. More than a year ago, millions placed their hopes in Barack Obama and the Democrats to solve these problems. But after months of broken promises and concessions to conservatives, jobs are scarce, the banks are unregulated, and full equality for LGBT people remains elusive.
Socialism 2010—to be held in both Chicago and Oakland—will provide an unparalleled opportunity for new and veteran activists and scholars to explore questions about how we got into this mess and how we can get out of it.
Last year, more than 1,800 people turned out to explore the history of struggles of ordinary people, to learn about radical figures who led social movements and to debate theoretical questions that can help us change the world.
Join us for more than 100 talks on issues such as: What is the Real Marxist Tradition?, Race in the Obama Era, Capitalism, Climate Change, and the Future of Humanity, Abortion and Women’s Liberation, and Building a New Left in the Obama Era.
Don’t miss the chance to meet, talk and socialize with hundreds of others like you who want to build an alternative to a system of greed, racism, war and oppression.
http://www.socialismconference.org/
April 20, 2010
Hamas Under Different Social Microscopes
By Kivanc Ozcan
Hamas in Politics: Democracy, Religion, Violence
by Jeroen Gunning
Columbia University Press, 310 pp., $23.85
Inside Hamas: The Untold Story of the Militant Islamic Movement
by Zaki Chehab
Nation Books, 244 pp., $13.63
Hamas: Political Thought and Practice
by Khaled Hroub
Institute for Palestine Studies, 329 pp., $29.95
The January 2006 legislative elections in Palestine changed the balance of power in the country and dealt a new hand of cards in the Arab-Israeli conflict. Receiving 42.9% of the votes, the Islamic Resistance Movement, Hamas, gained the majority of seats and came to power. The West, which has been accustomed to thinking about Hamas only in regard to its armed attacks against Israel and radical Islamic discourse, did not welcome Hamas’ election victory. The discontent of Western countries for the rise of Hamas led to the elimination of Western financial aid to the Palestinians. Besides this, escalation of the tension between Hamas and Fatah in the aftermath of the legislative elections resulted in a bloody civil war, which ended with a new status quo in June 2007. Since June 2007, Hamas has been controlling Gaza whereas its rival Fatah has been keeping the West Bank under its control.
The new balance of power in Palestine has triggered new debates in the scholarly circles of the West. The focal point of discussions on Hamas has moved away from Israeli security and Islamic violence to the compatibility of Islam and democracy and the evolution of Hamas. As Yezid Sayigh pointed out in his speech in the George Washington University, discussions that ignore the differences between Hamas-the-movement and Hamas-the-government are far from grasping the new dynamics of Hamas. Although they approach Hamas from different perspectives, Hamas in Politics, Democracy, Religion, Violence by Jeroen Gunning; Inside Hamas, The Untold Story of the Militant Islamic Movement by Zaki Chehab; and Hamas, Political Thought and Practice by Khaled Hroub are considerable attempts to understand Hamas correctly. Even though these studies diverge from one another on the lenses that they use to explain Hamas, they complement each other by bringing different aspects of the movement to the foreground.
Jeroen Gunning is Deputy Director of the Centre for the Study of Radicalization and Contemporary Political Violence and a Lecturer in Critical Terrorism Studies and Middle Eastern Studies in the Department of International Politics in Aberystwyth University. He is the founder of the world’s first Masters in critical terrorism studies at Aberystwyth University. He extensively writes on social movements in the Middle East in general and Hamas in particular. In his work, Hamas in Politics, Democracy, Religion, Violence, by providing profound analysis of Hamas, he defends the idea that an Islamist movement is capable of evolution. Rejecting the basic argument of traditional terrorism studies and Islamic studies that there is a fundamental incompatibility between political Islam and democracy, Gunning highlights the wider social and political environment within which Hamas operates to come to the conclusion that Hamas is a product of its environment and can be compatible with democracy. Moving from the fact that politics is not static, he harshly criticizes the views which tend to see Hamas only in terms of its armed struggle and as a black and white picture, for being biased: he argues that critical methodology which aims to humanize ‘the other’ and to place Islamism with its historical and socio-political context is essential. Relying primarily on more than one hundred interviews with Hamas members and nine months of life experience in Gaza Strip, Gunning’s main aim is to explain Hamas’ way of conceptualizing and practicing authority. In more concrete terms, Gunning strives to read the evolution of Hamas by focusing on its authority. The most noteworthy aspect of his book is that it foremost uses sociology, political science and social movements theories in a harmony to delve into political theory of Hamas. In this regard, although the study has negligible shortcomings that I am going to mention below, its way of problematizing the relations between democracy and violence and democracy and secularism with the help of Bourdieu, Derrida, Gramsci, Hegel, Rousseau, Rustow, Said, Tilly and Weber is a striking contribution to literature.
Zaki Chehab, the author of Inside the Resistance: The Iraqi Insurgency and the Future of the Middle East, and Inside Hamas, The Untold Story of the Militant Islamic Movement, is the political editor of Al Hayat newspaper and senior editor of the Arabic TV channel LBC. Reflecting insiders’ views is the main characteristic of his studies. For instance, he is the first journalist in the world to broadcast interviews with members of the Iraqi resistance. As he grew up in Palestinian refugee camp Burj El Shamali and has many connections in Palestine, his second book Inside Hamas, The Untold Story of the Militant Islamic Movement, successfully presents detailed observations of the daily lives of Palestinians in general and Hamas members in particular. Criticizing Westerners’ ignorance of internal divisions among Palestinians, he goes far beyond the Hamas-Fatah split and sheds light on class based differences in Palestinian society and relations between locals in Gaza and returnees. Although he downplays the role of regional dynamics, his in-depth interviews with leading Palestinians such as Yasser Arafat, Ahmed Yassin, Ismail Haniyeh and Abdel Aziz Rantisi, and his flowing narrative style makes the study a remarkable attempt to understand Hamas, or at least its internal dynamics. However, explaining the factors that influence the martyrs, informers and military attacks through the memories of individuals is far from presenting the broad picture in which Hamas is an actor. Nevertheless, thanks to its direct reflection of insider views, Chehab’s study is an important contribution to the literature on Hamas.
Khaled Hroub of the University of Cambridge is widely known through his articles in leading Arab newspapers such as Al-Hayat, Al-Quds Al-Arabi, and in prestigious academic journals such as the Middle East Journal. Hroub is the author of two books on Hamas - Hamas: A Beginners Guide and Hamas: Political Thought and Practice. In Hamas: Political Thought and Practice he castigates other studies on Hamas for not using Arabic sources extensively and not being comprehensive and he instead emphasizes the movement’s political thought and practice, in the context of the transformation of Palestinian struggle and the emergence of Palestinian Islamism. Highlighting the various functions performed by the movement, he aims to understand Hamas’ role in Palestinian resistance against the Israeli occupation. Similar to Gunning’s study, Hroub argues that contrary to common belief in the Western media and academia, which tends to label Hamas as a terrorist organization, Hamas is a product of the conditions and political environment within which it operates. In the study, he mostly focuses on Hamas’ political relations with Palestinian, regional and international political actors. In other words, he reads Hamas’ political thought and practice alongside its relations with other political actors. In comparison to above-mentioned studies, while a lack of sufficient fieldwork appears as a shortcoming of the book, Hroub’s extensive use of Hamas’ official documents makes this study a noteworthy effort to understand Hamas.
All of the above-mentioned studies, thanks to the different lenses that they use, contribute to the literature on Hamas. Zaki Chehab’s Inside Hamas, The Untold Story of the Militant Islamic Movement stands out with its flowing narrative style despite its lack of academic viewpoint and bibliography. Khaled Hroub’s Hamas, Political Thought and Practice, with its select bibliography and presentation of Hamas’ official documents, is a must-read. However, Hroub’s study would have been more successful if he had given more emphasis on field research. Jeroen Gunning’s Hamas in Politics, Democracy, Religion, Violence is theoretically sophisticated study that explains Hamas by placing it into the wider social and political context. However, reading circle may ask why he did not interview with Yasser Arafat although he spent long time in Gaza and interviewed many influential members of the PLO.
April 19, 2010
Note: 1) To request the full review, please e-mail me.
2) Please don't quote without permission.
3) Comments welcome.
Hamas in Politics: Democracy, Religion, Violence
by Jeroen Gunning
Columbia University Press, 310 pp., $23.85
Inside Hamas: The Untold Story of the Militant Islamic Movement
by Zaki Chehab
Nation Books, 244 pp., $13.63
Hamas: Political Thought and Practice
by Khaled Hroub
Institute for Palestine Studies, 329 pp., $29.95
The January 2006 legislative elections in Palestine changed the balance of power in the country and dealt a new hand of cards in the Arab-Israeli conflict. Receiving 42.9% of the votes, the Islamic Resistance Movement, Hamas, gained the majority of seats and came to power. The West, which has been accustomed to thinking about Hamas only in regard to its armed attacks against Israel and radical Islamic discourse, did not welcome Hamas’ election victory. The discontent of Western countries for the rise of Hamas led to the elimination of Western financial aid to the Palestinians. Besides this, escalation of the tension between Hamas and Fatah in the aftermath of the legislative elections resulted in a bloody civil war, which ended with a new status quo in June 2007. Since June 2007, Hamas has been controlling Gaza whereas its rival Fatah has been keeping the West Bank under its control.
The new balance of power in Palestine has triggered new debates in the scholarly circles of the West. The focal point of discussions on Hamas has moved away from Israeli security and Islamic violence to the compatibility of Islam and democracy and the evolution of Hamas. As Yezid Sayigh pointed out in his speech in the George Washington University, discussions that ignore the differences between Hamas-the-movement and Hamas-the-government are far from grasping the new dynamics of Hamas. Although they approach Hamas from different perspectives, Hamas in Politics, Democracy, Religion, Violence by Jeroen Gunning; Inside Hamas, The Untold Story of the Militant Islamic Movement by Zaki Chehab; and Hamas, Political Thought and Practice by Khaled Hroub are considerable attempts to understand Hamas correctly. Even though these studies diverge from one another on the lenses that they use to explain Hamas, they complement each other by bringing different aspects of the movement to the foreground.
Jeroen Gunning is Deputy Director of the Centre for the Study of Radicalization and Contemporary Political Violence and a Lecturer in Critical Terrorism Studies and Middle Eastern Studies in the Department of International Politics in Aberystwyth University. He is the founder of the world’s first Masters in critical terrorism studies at Aberystwyth University. He extensively writes on social movements in the Middle East in general and Hamas in particular. In his work, Hamas in Politics, Democracy, Religion, Violence, by providing profound analysis of Hamas, he defends the idea that an Islamist movement is capable of evolution. Rejecting the basic argument of traditional terrorism studies and Islamic studies that there is a fundamental incompatibility between political Islam and democracy, Gunning highlights the wider social and political environment within which Hamas operates to come to the conclusion that Hamas is a product of its environment and can be compatible with democracy. Moving from the fact that politics is not static, he harshly criticizes the views which tend to see Hamas only in terms of its armed struggle and as a black and white picture, for being biased: he argues that critical methodology which aims to humanize ‘the other’ and to place Islamism with its historical and socio-political context is essential. Relying primarily on more than one hundred interviews with Hamas members and nine months of life experience in Gaza Strip, Gunning’s main aim is to explain Hamas’ way of conceptualizing and practicing authority. In more concrete terms, Gunning strives to read the evolution of Hamas by focusing on its authority. The most noteworthy aspect of his book is that it foremost uses sociology, political science and social movements theories in a harmony to delve into political theory of Hamas. In this regard, although the study has negligible shortcomings that I am going to mention below, its way of problematizing the relations between democracy and violence and democracy and secularism with the help of Bourdieu, Derrida, Gramsci, Hegel, Rousseau, Rustow, Said, Tilly and Weber is a striking contribution to literature.
Zaki Chehab, the author of Inside the Resistance: The Iraqi Insurgency and the Future of the Middle East, and Inside Hamas, The Untold Story of the Militant Islamic Movement, is the political editor of Al Hayat newspaper and senior editor of the Arabic TV channel LBC. Reflecting insiders’ views is the main characteristic of his studies. For instance, he is the first journalist in the world to broadcast interviews with members of the Iraqi resistance. As he grew up in Palestinian refugee camp Burj El Shamali and has many connections in Palestine, his second book Inside Hamas, The Untold Story of the Militant Islamic Movement, successfully presents detailed observations of the daily lives of Palestinians in general and Hamas members in particular. Criticizing Westerners’ ignorance of internal divisions among Palestinians, he goes far beyond the Hamas-Fatah split and sheds light on class based differences in Palestinian society and relations between locals in Gaza and returnees. Although he downplays the role of regional dynamics, his in-depth interviews with leading Palestinians such as Yasser Arafat, Ahmed Yassin, Ismail Haniyeh and Abdel Aziz Rantisi, and his flowing narrative style makes the study a remarkable attempt to understand Hamas, or at least its internal dynamics. However, explaining the factors that influence the martyrs, informers and military attacks through the memories of individuals is far from presenting the broad picture in which Hamas is an actor. Nevertheless, thanks to its direct reflection of insider views, Chehab’s study is an important contribution to the literature on Hamas.
Khaled Hroub of the University of Cambridge is widely known through his articles in leading Arab newspapers such as Al-Hayat, Al-Quds Al-Arabi, and in prestigious academic journals such as the Middle East Journal. Hroub is the author of two books on Hamas - Hamas: A Beginners Guide and Hamas: Political Thought and Practice. In Hamas: Political Thought and Practice he castigates other studies on Hamas for not using Arabic sources extensively and not being comprehensive and he instead emphasizes the movement’s political thought and practice, in the context of the transformation of Palestinian struggle and the emergence of Palestinian Islamism. Highlighting the various functions performed by the movement, he aims to understand Hamas’ role in Palestinian resistance against the Israeli occupation. Similar to Gunning’s study, Hroub argues that contrary to common belief in the Western media and academia, which tends to label Hamas as a terrorist organization, Hamas is a product of the conditions and political environment within which it operates. In the study, he mostly focuses on Hamas’ political relations with Palestinian, regional and international political actors. In other words, he reads Hamas’ political thought and practice alongside its relations with other political actors. In comparison to above-mentioned studies, while a lack of sufficient fieldwork appears as a shortcoming of the book, Hroub’s extensive use of Hamas’ official documents makes this study a noteworthy effort to understand Hamas.
All of the above-mentioned studies, thanks to the different lenses that they use, contribute to the literature on Hamas. Zaki Chehab’s Inside Hamas, The Untold Story of the Militant Islamic Movement stands out with its flowing narrative style despite its lack of academic viewpoint and bibliography. Khaled Hroub’s Hamas, Political Thought and Practice, with its select bibliography and presentation of Hamas’ official documents, is a must-read. However, Hroub’s study would have been more successful if he had given more emphasis on field research. Jeroen Gunning’s Hamas in Politics, Democracy, Religion, Violence is theoretically sophisticated study that explains Hamas by placing it into the wider social and political context. However, reading circle may ask why he did not interview with Yasser Arafat although he spent long time in Gaza and interviewed many influential members of the PLO.
April 19, 2010
Note: 1) To request the full review, please e-mail me.
2) Please don't quote without permission.
3) Comments welcome.
April 17, 2010
durgun
Kaldırım taşları ıslaktı geldiğinde
Ve uykudaydı eskinin hayaletleri
O geldi ve söndü
Bütün nöbetçi sokak lambaları
Onun omuzlarında dokundum
bütün şehrin yorgunluğuna
sessizdi,
bir şehir soyundu onunla
sabah gri bir körfez gibi
uzandı aramiza
bana sokulduğunda
bütün fırtınalarını açıklarda bırakmıştı
durulmuştu…
Kıvanç
16 Nisan, DC
Ve uykudaydı eskinin hayaletleri
O geldi ve söndü
Bütün nöbetçi sokak lambaları
Onun omuzlarında dokundum
bütün şehrin yorgunluğuna
sessizdi,
bir şehir soyundu onunla
sabah gri bir körfez gibi
uzandı aramiza
bana sokulduğunda
bütün fırtınalarını açıklarda bırakmıştı
durulmuştu…
Kıvanç
16 Nisan, DC
April 3, 2010
March 29, 2010
İçimdeki kefiyeler: İsrail günlükleri
(10-20 Mart 2010)
10 Mart
I.
Tez hocam haklıymış. Washington DC-Frankfurt uçuşun her zamanki gibi normal olacaktır ama Frankfurt-Tel Aviv uçuşundan önce göreceğin güvenlik önlemleri seni şaşırtmasın demişti. Şu anda, sadece bizim uçuşumuz için ayrılmış olan alanda, önümde eğilip, dedektörle aradığı yetmiyormuş gibi bir de eliyle malum bölgeye dokunan ‘güvenlikçi’ye şaşırmıyorum o yüzden. Zaten kendisi de pipimde metal olmadığını anlayınca dokunmayı bırakıyor.
Frankfurt havaalanının güvenliğinden bağımsız olarak İsrailli güvenlik görevlileri de çantaları arıyorlar. Söylememe gerek var mı bilmiyorum; yeterince kaba ve saygısızlar. Belki de üzerinde Boğaz köprüsünün resmi olan siyah renkli Mavi’nin İstanbul serisi t-shirt’üm onları biraz tahrik etmiştir. Malum Orta Doğu’da siyasi gündem bazen davranışlarımızı belirliyor.
Bugüne kadar gittiğim ülkelerden her anlamda farklı bir ülkeye gidiyorum. Ve İsrail Devleti için hassas sayılabilecek bir konuda araştırma yapacağım: İsrail’deki İslami Hareket. Orta Doğu meseleleri üzerine çalışan biri olarak Orta Doğu’ya ilk gidişim bu yolculuğu benim için daha heyecanlı hale getiriyor. Ayrıca sevinçliyim: Yaklaşık 2,5 ay sonra yaz tatilimin bir bölümünü Orta Doğu’da geçirmemi sağlayacak bir burs kazandığımı dün ögrendim.
Bu satırları yazarken bekleme salonuna siyah giysileri, şapkaları ve şapkalarının kenarlarından sarkan kıvrık saçlarıyla iki Ultra-Ortodox Yahudi giriyor. Onları izliyorum çaktırmadan. Bugüne kadar, televizyonda Ağlama Duvarı’nda dua okuyan Haredimlerin ve hemen onların dibinde namazdan çıkan Müslümanların görüntülerini izler ve Kudüs’ün büyülü bir şehir olduğuna hükmederdim kendimce.
Tam bunları düşünürken, karşımdaki bankta oturup beni ve bilgisayarımı süzen esmer kız internetin varsa yanına oturabilir miyim diyor. Ben daha cevap vermeden gelip oturuyor. İnternetim yok ne yazık ki diyorum. Kızla konuşurken bugün İsrail’de olacağını kardeşinin bilip bilmediğini facebook’tan kontrol etmek istediğini ögrendim. Konuşurken sorularını ardı ardına sıraladı: Yahudi misin? İsrail’de ne yapacaksın? Tez konun ne? Sonunda dayanamıyorum ve biraz şaka yollu güvenlikten misin diye sordum. Gülümsedi. İkimiz de biliyoruz; İsrail’e giden birisinin aklındaki en büyük kelime bu: Güvenlik.
Havaalanı çok küçük bir yere çıkamıyoruz dedi meraklı, esmer kız. Frankfurt Havaalanının Avrupa’nın en büyük havaalanlarından birisi olduğunu sadece bizim bulunduğumuz bölümün bu şekilde küçük olduğunu anlattım. Bunun da güvenlik sebebiyle böyle olmuş olabileceğini de ekledim. Demek ki Yahudi olduğumuz için bir yere çıkamıyoruz diye cevabı yapıştırıyor gülerek. Sanmıyorum, İsrail uçan kuşu kendine tehdit olarak algıladığı için ikimiz de bu daracık yerde bekliyoruz demek istiyorum ama vazgeçiyorum. İnsanlara bakarken hangilerinin Aşkenazi hangilerinin Sefaradim olduklarını tahmin etmeye çalışıyorum kendimce.
Bir kaç saat sonra Orta Doğu’nun kalbinde olacağım. Ve kahramanıma çok yaklaşacağım. Ebu Ammar beni duyuyor musun?
Hafif bir esinti yüzümü okşuyor. Uçak havalanıyor. İçimdeki kefiyeler dalgalanıyor…
II.
Daha önce de olmuştu. Uçakta uyursam farkında olmadan dişlerimi sıkıyorum. Sonrasında da, uyanınca müthiş bir ağrı ve uyuşukluk hissediyorum. İnişe 1,5 saat kala uyandığımda ağzımın sağ tarafını ve dişlerimin bir bölümünü hissetmediğimi fark ettim. Ardından müthiş bir ağrı başladı. Gözlerimden yaş geliyor. Dayanmak için yumruklarımı sıkıyorum. Hostesten bir ağrı kesici istiyorum. O da ancak rektal yolla alınan bir ağrı kesici olduğunu söylüyor. İçimden bu talihsizliğe bir küfür sallayıp ayağa kalkıyor ve uçağın içinde dolaşmaya başladım ağrıya dayanabilmek için. Pencereden aşağıya bakıyorum. Ege Denizi’nin üstünde uçuyoruz. Adalar, kıyılar: Türkiye kıyıları, dünyanın en güzel kıyıları uzanıyor aşağıda.
İnişe dakikalar kala ağrım hafifliyor, rahatlıyorum. Uçak Ben Gurion Havaalanına inerken yan koltuktaki Haredim dualarına devam ediyor. Hostesten özel olarak istediği yemeği yemediğini de görüyorum. Mırıltılı sesi uçağın motor sesine karışıyor. Ve piste teker koyduk. Artık Orta Doğu’dayım. Aklım bir kayıt cihazına dönüşüyor yavaş yavaş. Gördüğü ve duyduğu her şeyi kaydetmek isteyen bir kayıt cihazı. Uzun bir yürüyüşten sonra pasaport kontrol kabinlerinin bulunduğu bölgeye girdim. İsrail vatandaşları ile ‘ötekiler’ ayrılıyor. Dikkatimi ilk önce pasaport kontrol memurlarının neredeyse çocuk denecek yaşlarda olmaları çekti. Her kabinde iki kişi oturuyorlar ve pasaportlarınıza damga vurmadan önce size bir takım sorular soruyorlar. Sorular bir hayli fazla olduğu için sırada bekleme süresi de haliyle biraz uzun. Ben de beklerken pasaport kontrol bölümünün tavanındaki güvenlik kameralarını saydım. 18 taneydi. Yani sadece benim görebildiklerim.
Sıram geliyor ve 17 yaşlarında olduklarını tahmin ettiğim iki kız sorularına başlıyorlar. İsrail’de ne yapacaksın? Ne kadar kalacaksın? Amerika’da ne yapıyorsun? Sonunda 1 milyon dolarlık soru geliyor:Dinin ne? Ben de dindar bir insan değilim diyerek soruyu geçiştirmeye çalıştım. “Ben dindar bir insan değilim” ne demek diye sordular sonra. İsrail’de görüşeceğim akademisyenlerin adlarını istediler. Kalacağım yerin adresini de. Ufaklıklar yeterli cevapları almış olmalılar ki pasaportuma damgayı vuruyorlar ve elime siyah bir “pass” –geçiş- kartı tutuşturuyorlar. Nedense etrafımdakilere verilen pass kartları hep kırmızı. Bir benimki siyah. Valizimi almak için arka tarafa doğru ilerliyorum. Ama hayır. Orada beni bekleyen birileri var. Yine 17 yaşlarında bir kız tepeden bakan bir tavırla “gel gel” işareti yapıp beni bir köşeye çekiyor. Bu “gel gel” işaretinin İsrail’e hoşgeldin demek olduğunu öğreneceğim daha sonra. İki dakika sonra siyah kipalı, elinde otomatik tüfek olan bir oğlan da “bize” katılıyor. Ve yine sorular. İçimden diyorum kendime, bunlar beni zorla Müslüman yapacaklar! Sonunda bu ‘test’i de geçiyor, valizimi alıyor, döviz bürosundan biraz dolar bozduruyor ve fotoğraf makinamı boynuma asıyorum. Artık göreli olarak özgürüm!
Salondan çıkıp tren istasyonuna yöneldiğimde duvardaki yazıdan Ben Gurion Havaalanının İsrail direniş güçleri tarafından 1948’de “özgürleştirildiğini” öğrendim. Yazıda ayrıca İrgun ve Palmach’ın İngiliz hava üslerinde yaptıkları saldırılara yönelik güzellemeler de var. Burada tarihin kim tarafından nasıl okunduğu konusu yine devrede: İsrail “direniş” güçleri ve “özgürleştirmek”.
Yakındaki bronz renkli güzel bir “menorah”’ın (yedi kollu şamdan) da bir kaç fotoğrafını çektikten sonra biletimi alıp istasyona iniyor ve Hayfa trenini beklemeye başlıyorum. Dini sembollerin ve tarih okumalarının devletin resmi kimliği üzerindeki etkilerini düşünürken platforma İsrail ordusunda askerliklerini yapan çocuklar giriyor. Evet, çocuklar. En büyüğü 19 yaşında, ellerde M-16 otomatik silahlar –ki bunların da farklı modelleri var-, oğlanların başlarında kipalar. İsrail vatandaşı kızlar 2 yıl erkekler ise 3 yıl zorunlu askerlik yapıyorlar. Daha sonra da ara ara orduya çağırılıyorlar. Tren Doğu Akdeniz’i soluna alarak İsrail’in kuzeyine doğru ilerlemeye başlıyor. Yorulmuşum, uyuyorum.
III.
Akşam karanlığı çökerken Hayfa’ya vardım. Işıklar içindeki Hayfa limanında hummalı bir çalışma var. Vinçler sürekli hareket halinde. Akdeniz’in önemli limanlarından birisi olan Hayfa limanı İsrail’in Lübnan saldırıları sırasına Hizbullah’ın vurmakla tehdit ettiği başlıca yerlerden birisiydi. İsrail’in can damarlarından birisi bu liman. Karanlık bir sokaktan yürüyerek istasyonun yakınında, Jaffa Road’daki hostelime vardım. Şirin bir yere benziyor. Biraz kalabalık olan odama -9 kişilik- valizlerimi bıraktıktan sonra hostelin yardımsever görevlisi Rita’ya bu saatte gidilebilecek yerleri sorup kendimi dışarıya attım. Yaklaşık 15 dakikalık bir yürüyüşten sonra Ben Gurion Bulvarı’na ulaştım. Carmel Dağı’na doğru yükselen geniş bulvarın her iki yanında da kafeler ve restoranlar var. Bulvarın üstünde yer alan German Colony’e vardığımda tam karşımda yükselen dağda basamak basamak sıralanan Bahai Bahçelerinin büyüleyici manzarasını görüyorum. Bahai Bahçeleri Hayfa’nın alnına takılı bir taç gibi parlıyor. Bulvarda son model Mercedes ve BMW’ler hemen dikkatimi çekiyor. Birazdan yiyeceğim yemeğin fiyatı hakkında da ipuçları veriyor tabii bunlar. Ve güzel, çok güzel kadınlar… Derin bakıyorlar. Sahil bölgelerinde yaşamanın kadınların güzelliğine olumlu katkı yaptığını uzun yıllardır düşünürüm, bu tezimi Hayfa’da bir kez daha doğruluyorum.
Hem bir şeyler atıştırabileceğim hem de internete bağlanabileceğim bir restoran bulup oturdum. Mekanda Arapça ve İbranice kelimeler birbirine karışırken içerideki televizyonda Real Madrid maçını izleyen gençlerin Ronaldo’nun golüyle havaya sıçramaları müşterileri korkutuyor. Yemekten sonra hesabı öderken 70 Şekel tuttuğunu ama servis ücretinin buna dahil olmadığını söylüyor biraz önce istediğim ekmeği getirmeyen garson. Anlaşıldı bahşiş burada da bu şekilde kurumsallaşmış. Neyse %20 servis ücretini düşünüp 84 Şekel tutan hesabı ödemek için 100 Şekel uzatıyor ve para üstünü beklemeye başlıyorum. Aradan 5 dakika geçiyor ama benim para üstünden haber yok. Garsona hatırlatınca yüzü asılıyor ama bende keriz değilim yani. Para üstünü alıp çıkıyorum. Birazdan servis ücretinin aslında %10 olduğunu öğrenecek ve bundan sonra para harcama stratejimi kesinlikle sıkı pazarlık üzerine kurmaya karar vereceğim. Çünkü Arapların Türklere Müslüman oldukları için gösterdikleri yakınlık konu paraya gelince kapitalizmin o bildik ahlaksızlığını aşamıyor. Bulvardaki restoranların birinin önünde duran ve Arap olduğunu anladığım garsonlardan biriyle muhabbete başlıyorum. Araştırmam için gitmek istediğim Umm el Fahm’e nasıl ulaşabileceğimi soruyorum. Araplar Tayyip Erdoğan’ı çok severler dedikten sonra Umm el-Fahm’e otobüsle gidebileceğimi söylüyor. Aynı soruyu hostelin yakınlarındaki benzin istasyonundaki gence sorduğumda korku ve şaşkınlıkla karışık bir yüz ifadesiyle Umm el-Fahm’de ne işim olduğunu oradakilerin bana saldırabileceklerini söylemişti: “Arabs are crazy! Be careful!” (Araplar manyaktır! Dikkatli ol!) Biraz canım sıkılsa da söylediklerini dikkate almadım.
Arap garsonla biraz daha muhabbet ettikten sonra yorgunluğumun farkına vardım ve hostele doğru yola koyuldum. Neden bilmiyorum ama kendimi Hayfa sokaklarında hiç de yabancı hissetmiyorum. Akdeniz’den esen ılık bir esinti odamda gezinirken uykuya daldım.
11 Mart
I.
Sabah erkenden kalktım ve güneş Hayfa sokaklarına günaydın derken kalabalığa karıştım. Biraz yürüyüş yapıp fotoğraf çektikten sonra iki apartman arasındaki dar sokakta zeytin satan Filistinli amcadan kahvaltılık zeytinimi onun yakınındaki Yahudi teyzeden de İsrail yapımı kaşar peynirimi alıp hostele dönüyor ve küçük bir kahvaltıdan sonra araştırmam için gerekli telefon görüşmelerini yapıp Tel Aviv-Jaffa’ya gitmek üzere tren istasyonuna yollanıyorum. İstasyonda tabi ki askerler. Çocuk askerler. Her yerde…Bineceğim trenden önce duran trenlerin bütün kapılarındaki güvenlik görevlileri gözüme çarpıyor. Sabah gittiğim markette de çantamı aramışlardı. Orta Doğu’daki en büyük kelimeyi hatırlıyorum.
Birazdan tren geliyor ve sahilden süzülerek güneye, Jaffa’ya doğru yol alıyorum. Tren denizden biraz uzaklaşınca yemyeşil, geniş düzlüklerin içine giriyoruz. Seralar ve ekili alanlar hemen gözüme çarpıyor. Neredeyse hiç bir yeri boş bırakmadan bütün toprağı verimli bir şekilde değerlendirmişler. Bu durum sulama sistemlerinin etkili çalıştığının bir göstergesi. Ya da su kaynaklarına sahip olduklarının. Örneğin, buraya gelen suyun acaba ne kadarı işgal altndaki Golan Tepelerinden geliyordur? Hani şu tepeleri alın ama oradaki suyu biz kullanmaya devam ederiz tarzında konuşmalara konu olan Golan Tepeleri.
Tel Aviv-Haganah istasyonunda inip otobüs terminaline doğru ilerledim. Otobüs terminalinin girişinde çantaları kontrol eden ‘güvenlikçi’ amca ilk önce İbranice sonra da Arapça bir şeyler söylüyor. Anlamaz bir surat ifadesiyle yüzüne bakarken gayri ihtiyari ‘ne?’ demiş olmalıyım ki amca birden “Konuş, konuş Türkçe konuş” diyor! Şaşkınlığımı tarif etmeme gerek yok. Nerelisin diyor? Denizli diyorum. “Ben de İzmirliyim” diyerek yanıtlıyor, kusursuz bir Ege şivesiyle. “Keçecilerdenim ben. Biliyor musun onları?”
Jaffa’ya giden otobüse binmeden önce terminaldeki gençten beni Gam Tamar durağında uyarmasını rica ettim. Tel Aviv otobüs terminalinden 5 dakika uzaklaştıktan sonra Arapların yoğun olarak yaşadığı Jaffa’ya girdik. Balkonlara asılı çamaşırlar karşıladı bizi. İnsanlar ve sokaklar değişti. Bir ülkeden başka bir ülkeye geçiyorum sanki. Dükkan isimlerindeki Arapça yazılar arttı. Ara ara deklanşöre basıyorum. Gam Tamar durağında inip mülakat yapacağım Moussa Abu Ramadan’ı aradım. Onu beklerken telaşlı Jaffa kalabalığını seyrediyorum. Mersedeslerin içinde sakallı, takkeli Müslüman Araplar, sokaklarda oynayan ve Arapça konuşan çocuklar, örtülü kadınlar ve fırınlardan sokaklara yayılan kızarmış ekmek kokuları. Tel Aviv’in Amerikan şehirlerindeki “downtown”lara benzeyen havası Jaffa’da kayboldu.
II.
Moussa Abu Ramadan beni çok sıcak bir şekilde karşılıyor. İkimiz beraber arka sokaklara dalıyoruz. Bulunduğumuz mahallenin adının Ajami olduğunu söyleyince şaşırdım. Geçtiğimiz hafta Washington DC’de bu mahallede çekilen filmi izlemiştim. Sokaklarda başı boş dolanan kedileri köpekleri, balkonlarda asılı çamaşırları, denize bakan evleri, bahçelerdeki tek tük zeytin ağaçlarını seyrederek vardık röportaj yapacağımız kahvehaneye. Havanın güzel olmasını fırsat bilerek dışardaki masalara oturan erkeklerin hemen hepsi nargile içiyorlar.
Meraklı bakışların arasında kahvehanenin tahta sandalyelerinden birine oturup, ses kayıt cihazımı ve not defterimi hazırladım. Moussa Ramadan kola ben çay istedik. Çayım şekerli ve üstünde taze nane yaprakları var. Seviyorum. Daha sonra Arapların kahvelerinde çayın hep bu şekilde servis edileceğini öğreneceğim. Mülakatımız bittikten sonra kahvehanedeki nargileleri inceledim.
Kahvehaneden çıktıktan sonra Ajami sokaklarında fotoğraf çekerken gülerek bana laf atan Filistinli çocuklarla yarım yamalak Arapçamla konuşmaya çalışıyorum. Çocuklardan bazılari Ajami filminde figuran olarak rol almışlar. Büyük bir heyecanla anlatmaya çalışıyorlar. Ajami’de biraz daha gezindikten sonra İnanç Abi’yle buluşmak üzere Tel Aviv’e doğru sahil yolunu takip ederek ilerlemeye başladım.
Sol tarafımda Akdeniz’in mavi suları gün batımıyla ve çölden gelen hamsin rüzgarının tozuyla birleşip sarı, kızıl fotoğraf kareleri veriyor bana. Tel Aviv yüksek binaları ve ışıklarıyla kendisini gösteriyor uzaktan. Bu yaklaşık bir saatlik yürüyüşte sanki bir ülkeden başka bir ülkeye geçtiğimi hissettim. Zaman değişti. İnsanlar, yüzler, yazılar... Akşam karanlığı bastırırken İnanç Abiyle buluştuk. Sonra Ayşegül de bize katıldı. Keyifli bir akşam yemeği yiyip güzel bir kafede kahvemizi içtik. Soğuk Washington DC akşamlarından sonra dışarda oturup tatlı bir esintiyi hissederek kahve içmek keyfimi yerine getirdi doğrusu. Tel Aviv sokaklarında kısa bir yürüyüşten sonra istasyonda vedalaştık.
Tel Aviv-Hayfa treni geceye karışıp kuzeye doğru ilerlerken yüksek lisans bölümüm olarak Orta Doğu Çalışmaları’nı seçmekle hayatımdaki en güzel kararlardan birini verdiğimi anlıyorum. Çünkü daha ilk günden tutkunun ve nefretin bu kadar iç içe olduğu hikayelere tanıklık etmeye başladım.
III.
Kaldığım hostele giden yolun üzerindeki bara Filistin yapımı Taybe birası içme umuduyla oturdum ama garson garipseyen bir yüz ifadesiyle Taybe birası olmadığını söyleyince İsrail yapımı Goldstar’da karar kıldım. Biramı içerken yanımdaki masaya oturan kızdan, gece geç saatlerde Hayfa’nın biraz üstlerindeki Carmel’in hareketli olduğunu öğrendim ve saatin geceyarısı olmasına aldırış etmeden üstümü değiştirip bir taksiye atladım. Carmel’e doğru yol alırken bardaki gençlerden birinin söylediği bir cümle kulaklarımda yankılandı: “Carmel is the nicest place in Haifa because there are no Arabs!” (Carmel Hayfa’daki en güzel yerdir, çünkü orada Araplar yoktur.) Hayfa İsrail’deki model şehirlerden biridir cümlesine koyacak bir muhalefet şerhim var artık!
Araba caddelerde kıvrıla kıvrıla ilerlerken aşağıda bir ışık bahçesi gibi uzanan Hayfa’nın büyüleyici görüntüsünü seyre dalıyorum. Carmel’deki kafede hindistan cevizli sahlepin tadına bakıyorum. Bizim sahleplerden farklı; içerken hindistan cevizi, gül suyu ve fıstık tadı geliyor. Kafede sessizliği dinleyip ıssız kaldırımları seyrettikten sonra gece saat 2’ye yaklaşırken Carmel’den aşağıya sallanıyorum. Bütün diskoların önünde sıkı güvenlik önlemleri var. Merak edip diskolardan birine; kapıdaki güvenliğin, burası sana göre değil yaşça küçükleri alıyoruz şeklindeki itirazlarına ben turistim ve sadece içerisini görmek istiyorum diye karşı koyarak giriyorum. İçeride de tahmin ettiğim gibi benim yaşımda onlarca insan var. Demek ki beni Filistinliye benzeyip içeriye almak istemediler. Diskoda onbeş dakika kadar kaldıktan sonra çıktım. Aşağıya doğru yürüyüşüme devam ederken sağz tarafımdaki Panorama Hotel’in önündeki terastan Hayfa’yı fotoğrafladım. Işıklar içinde Akdeniz’e uzanan güzel Hayfa’yı. Yorgunluğum artık yürümemi engellemeye başlayınca beni buraya getiren taksiyi aradım. Yolda güvenlik önlemlerinden bahsedip ve bu kadar güvenlik önleminin olduğu yere nasıl girip de bomba koyabiliyorlar diye sordum taksiciye. Bazen cevaplarını bildiğim sorular soruyorum insanların tepkilerini ölçmek için. Taksici elini kaldırıyor ve sessizliği sağladığına emin olduktan sonra: Onları kendi yolları var. diyerek yanıtlıyor beni. Birazdan taksicinin Arap olduğunu öğrendim.
12 Mart
I.
Şabat sabahına Hayfa yakınlarındaki Umm el-Fahm isimli Arap köyüne gitmeyi planlayarak uyandım. Köydeki kontağımı arayıp ondan başka bir telefon numarası aldım. Aradığım kişi kendilerine e-mail göndermemi ve benimle görüşüp görüşmeyeceklerini değerlendireceklerini söyledi sert bir ses tonuyla: Sonra da ekledi: Kimin için çalışıyorsun anlamamız lazım! Şaşkınlıkla kapattım telefonu. Demek ki neymiş? Politik paranoyaklar sadece Türkiye’dekilerle sınırlı değilmiş.
Kuzey İsrail’deki İslami Haraket’in üyeleri benimle görüşüp görüşmeyeceklerini “değerlendirirken” ben kendimi Hayfa’nın arka sokaklarına attım. Arapların yoğun olarak yaşadıkları Allenby caddesindeki çıkma balkonlu evler, balkonlardaki çiçekler ve asılı çamaşırlar çamaşırlar, duvarlardaki Arapça yazılar dikkatimi çekti. Caddede ilerlerken köşede nargile içen Arap gençlerin yanına gittim. Bana da nargileden ikram ediyorlar. Bir tanesi ilk selamlaşmadan sonra “hiç seks yaptın mı?” diye soruyor.
Birazdan Hayfa’yı tepeden gören Bahai Bahçelerine vardım. Güzel bir Hayfa seyri ve bahçe gezintisinden sonra kapıdaki güvenlik görevlisi Hıristiyan Arap’la muhabbete dalıyoruz. Zenginler üstte fakirler altta oturur değil mi her zaman diyor, Carmel’i ve Allenby Caddesini kıyaslayarak. Dönüşte bir Arap lokantasında bizim dönere benzeyen şavarmadan yerken Hayfa’ya karanlık usulca çöküyor. Keyfel hal? Yalla! sesleri birbirine karışıyor.
II.
Akşam karanlık sokaklardan geçerek ve yüzlerce merdiven basamağını çıkarak City Hall’e vardım. Burası Hayfa gece hayatının önemli merkezlerinden birisi. Polisler dışarda arabaları arıyorlar. Kapının önünde de 5 polis sizi sıkı bir aramadan geçiriyor. Ararken sert yüz ifadeleri takınıp artislik yapmayı da ihmal etmiyorlar. Sırada beklerken tanıştığım Yoni, Guy ve Asef’le birlikte içerde biraz vakit geçirip biramı içtikten sonra çıktım City Hall’den. Hostelimin olduğu sokaktaki Syncopa isimli bara girdim. Hararetli bir şekilde politik meseleler üzerine konuşan gençleri izleyip barın sahibi Noid’den konuşulan konu hakkında bilgi alıyorum. Gençler asker üniformalıları restoranına almayan bir Arap’la ilgili olarak konuşuyorlarmış. Noid’den yarın akşamki konser hakkında bilgi alıp hostelime döndüm. Yastığa başımı koyduğumda saat sabah 4’e geliyordu.
13 Mart
Bugun Cumartesi ve Şabat. Neredeyse her yer kapalı. Bütün dükkanlar. Şehir uykuda. Öğlen 1’e kadar açık olan bir Arap marketine gidip aldıklarımın bu yörenin ürünü olmalarına özellikle dikkat ederek kahvaltılık bir şeyler aldım. Kahvaltıdan sonra ders çalışırken kuzeydeki Nazareth şehrine gitmeye karar verdim.
Otobüs Nazareth’e girdiğinde büyük kilise hemen dikkatimi çekti. Kiliseye doğru ilerlerken aşağıdaki camide İslami Hareket’in pankartları gözüme çarpıyor. Kipalı adamlar, takkeli-sakallı adamlar ve kilisedeki Hıristiyan kalabalık. Nazareth farklı dinlerin buluştuğu bir şehir. Büyük kiliseyi dolaşıp biraz fotoğraf çektim. Sonra Nazareth çarşısında kısa bir yürüyüşten sonra tezimle ilgili biraz bilgi toplamak üzere kiliseye çıkan sokağın başındaki caminin olduğu alana yöneldim. Görüşmelerimi bitirip Hayfa’ya doğru yola çıktığında saat akşamın 9’uydu. Sürekli hareket halinde olmanın getirdiği yorgunluktan olsa gerek Hayfa yolculuğumu çok halsiz bir şekilde tamamlıyorum. Yarın sabah Orta Doğu’nun kalbine, Kudüs’e gideceğim. Ateşim var. Ne tesadüf...
14 Mart
Pazar sabahı yarısından fazlası askerlerle dolu olan otobüsümüz Kudüs otogarına girdi. Çoluk çocuk, ellerde otomatik silahlar. Güvenlik kontrolünden geçip terminalin karşısındaki duraktan belediye otobüsüne atladım ve Medi ile buluşmak üzere Van Leer Institute’e doğru yola koyuldum. Kudüs taşından yapılmış sarı binaların ve başında kipalarıyla dindar Yahudilerin Kudüs’e bugüne kadar gittiğim şehirlerden farklı bir hava verdiğini fark ettim. Cumhurbaşkanlığı konağının yanındaki Van Leer Institute’ün önünde indim otobüsten. Van Leer Institute Kudüs’teki en saygın düşünce kuruluşlarından bir tanesi. Zengin kütüphanesi dikkatimi çekiyor.
Medi’yle ilk buluşmamız olmasına rağmen, beni uzun yıllardır tanıdığım bir dost gibi karşılıyor. Tezimle ilgili olarak enstitüde bir görüşme yaptıktan sonra Medi’yle Azza caddesinde bir şeyler atıştırıp eve geliyoruz. İsrail’e ayak bastığımdan beri sürekli yollarda olduğum için yorgunum. Dışarıda beni çağıran büyülü bir şehir var. Biliyorum. Ama önümüzdeki günlerde gezmek için vaktim olacağı için kendimi zorlamıyorum fazla. Medi’nin ev arkadaşlarıyla tanışıyorum. Hepsi de çok tatlı insanlar. Kendimi evimde hissediyorum. Birazdan Kudüs’e karanlık çökecek. Yarın Knesset’te görüşmelerim var. Ondan sonra tekrar Hayfa’ya döneceğim.
15 Mart
I.
Sabah Knesset’teki Arap milletvekili İbrahim Sarsur’un asistanıyla nasıl buluşacağımızı konuşuyoruz. 11.30’da Knesset’in kapısındayım. Bir kaç saat sonra Brezilya cumhurbaşkanı geleceği için güvenlik her zamankinden çok daha yoğun. Yaklaşık 20 dakikalık bir sorgu-arama sürecinden sonra Knesset’e girdim. Knesset’te 120 milletvekili var. Güvenliği ise 700 kişi sağlıyor. Golda Meir’li, Menachem Begin’li tabloların süslediği koridorlardan geçip İbrahim Sarsur’un odasına vardım. Beni çok sıcak bir şekilde karşılıyor. Gözüm Sarsur’un odasındaki televizyona takılıyor. Hamas’ın elinde yaklaşık 3 yıldır esir olan Gilad Şalid’in resmini zafer işareti yapan Yaser Arafat’ın görüntüleri izliyor. İçimdeki kefiyeler…
Knesset’teki görüşmelerimi gerçekleştirirken Arap milletvekillerinin ve asistanlarının Tayyip Erdoğan’a olan hayranlıkları ilgimi çekiyor. Yahudilerde ise durum tam tersi. Araplardaki Erdoğan hayranlığı tavan yapmış vaziyette. Yahudiler ise Türkiye’nin giderek İslam ülkesi olduğunu söylüyorlar korkarak. Ne Erdoğan’ı seviyorum ne de Türkiye’nin İslam ülkesi olacağına filan inanıyorum.
Görüşmelerimden sonra Knesset’in duvarlarındaki fotoğrafları seyre daldım. Menachem Begin, Golda Meir, Shimon Peres, Yitzhak Rabin, Yigal Alon, Moshe Dayan, David Ben-Gurion… İsrail’i İsrail yapanlar. Fotoğrafların asılı olduğu duvar boyunca yavaş adımlarla ilerlerken birden durdum. Bir adam gülümsüyor önümdeki fotoğrafta: Ariel Şaron. İster istemez bir küfür dökülüyor dudaklarımdan: Orospu çocuğu! Sabra ve Şatila katliamlarına dair okuduklarım, ikinci intifadayı ateşleyen provakasyon görüntüleriyle birleşiyor birden. Sinirlerim bozuluyor.
Menorah şeklindeki genel kurul salonuna girdiğimizde Golda Meir nerede otururdu dedim Shahin’e. Sonra Rabin’i sordum. O benden milliyetçi bir tepki bekleyerek sormamı beklemeden Lieberman şu koltukta oturuyor dedi. Genel kurul salonundan çıktıktan sonra Brezilya başkanının gelişini izlemek için izin istediğim güvenlikçi başının cevabı çok net: Lütfen burayı terk edin! Hafif bir gülümsemeyle, Arapça cevaplıyorum: İlalliqa!
II.
Knesset’ten sonra eve uğrayıp Medi’yle vedalaştım. Akşam trafiği yüzünden 17.40 Hayfa trenini kaçırdım. Bir sonraki tren 2 saat sonra. İlk önce bir pazar yerinde gezindim sonra bir alışveriş merkezine girdim. Alışveriş merkezinin girişinde çantamın bütün fermuarlarını açıp sonra kapatmayan ve İbranice olarak sürekli söylenen güvenlikçiye fermuarları tek tek kapattırmak istemem biraz gerginliğe yol açıyor ama dediğimi yaptırıyorum. Hakikaten yeter artık. Alışveriş merkezinde dindar Yahudiler çoğunlukta. Kipalar rengarenk.
Biraz daha gezinip Tel Aviv aktarmalı Hayfa trenine bindim. Sisler içindeki Kudüs’le iki gün sonra tekrar buluşmak üzere vedalaştım. Yarın sabahki durağım Hayfa Üniversitesi.
16 Mart
Yaklaşık 40 dakikalık bir tırmanıştan sonra Hayfa Üniversitesi’ne vardı otobüs. Sosyoloji bölümünün bulunduğu Rabin binasına girdim. Derli toplu, ağaçlar içinde bir kampüsü var üniversitenin. Sadece Hayfa’yı değil yakındaki şehirleri de görüyorum okuldan. Akdeniz kıyıları köpük köpük. Dr. Nohad Ali ile görüşmemi tamamladıktan sonra okulda gezintiye çıktım. Bahçede sürgündeki eski Knesset üyesi Azmi Bişara’nın destekçileri eylem yapıyorlar. Üzerinde Bişara’nın resmi olan turuncu t-shirtler satıyor ve portakal dağıtıyorlar. Türkiye’den geldiğimi söyleyince bana da bir t-shirt hediye ettiler. Okulun en yüksek binası olan 30 katlı Aşkol kulesine çıkıp Doğu Akdeniz kıyılarını seyrettim. Aşağıya inerken binada yolumu kaybedince bana yardımcı olabilecek birini aramaya başladım. Danışma zannedip yaklaştığım masadaki adamın önündeki dev ekrandan güvenlik kameralarını yönettiğini gördüm. Ekranın en büyük bölümü biraz önce konuştuğum Filistinli öğrencilere ayrılmıştı. Biraz sonra Medi aradı. Kudüs’ün karıştığını, kuzey bölgelerdeki Arap köylerinde de gerginliğin arttığını söyleyip nasıl olduğumu sordu. Her şey yolunda diyorum. Telefonu kapattıktan sonra hemen haberleri okumaya başladım. Kudüs polis müdürü gösterilerin 3. İntifada’yı tetiklemeyeceğini buyuruyor. Bense tam tersini düşünüyorum. Lieberman, Netanyahu ve Ayalon gibi adamların Orta Doğu yangınına benzin dökmeye ne kadar istekli olduklarını biliyorum çünkü. Benim asıl ilgilendiğim konu İntifadanın Mescidi-Aksa’yı ve Doğu Kudüs’ü odağına alan İslami bir ayaklanma mı olacağı yoksa barış görüşmelerinin başlamadan bitmesinin yarattığı hayal kırıklığının tetiklediği milliyetçi-solcu bir isyan mı olacağı. Hayfa yamaçlarındaki odama döndüğümde yaklaşan çatışmanın ayak seslerini hissediyorum. Yarın öğleden sonra Kudüs’e gideceğim. Fotoğraf makinamla bakışıyoruz! İçimdeki kefiyeler...
17 Mart
I.
Sabah erkenden kalkıp İslami Hareket’in güçlü olduğu Arap köyü Kufr Kana’ya gitmek üzere yola koyuluyorum. Kemal Khatib’le ya da destekçilerinin adlandırmasıyla Şeyh Kemal’le mülakat yapacağım. Kemal Khatib İslami Hareket’in ideolojik-doktriner yapısını oluşturan isim ve harekette başkan yardımcısı pozisyonunda. Otobüs beni otoyoldaki bir kavşak noktasında bırakıyor, 5 dakika sonra Khatib’in oğlu Mouad’la Kufr Kana sokaklarındayım. Köyde Arapça yazılar çoğunlukta, duvarlarda Mescid-i Aksa resimleri ve sloganlar var. Kadınlar örtülü. Kemal Khatib beni kitaplarla dolu çalışma ofisinde sıcak ve ciddi bir ifadeyle karşıladı. İçeriye girer girmez gördüğüm bir fotoğrafla şaşkınlığa uğruyorum. Fotoğrafta Kemal Khatib Tayyip Erdoğan’la aynı karede. Sanırım Erdoğan’ın belediye başkanlığı yıllarında çekilmiş bir fotoğraf. Görüştüğüm Arapların Erdoğan’ın belediye başkanlığı dönemini bugüne kadar hiç bir İstanbulluda görmediğim bir heyecanla yad etmeleri ilgimi çekiyor. Neden böyle düşünüyorlar? Belki bu da başka bir araştırmanın konusu olabilir. Khatib’le görüşmemi tamamlayıp Kufr Kana sokaklarında biraz dolaşıp araştırmam için bilgi topladıktan sonra Hayfa’ya döndüm ve eşyalarımı aldım. Öğle yemeğimi bütün Hayfalıların bildiği salaş bir humus restoranında yedim. Yemekten önce neredeyse İsrail’deki her restoranda olduğu gibi masaya zeytin tabağı geldi. Yemekten sonra Kudüs trenine atladım.
II.
Kudüs tren istasyonundaki platformda bekleyen silahlı gençler hemen dikkatimi çekti. Otoparkta da öyle. Tabancalar ceplerinde değil, ateşe hazır vaziyette ellerinde. Medi’ye gitmek için bir taksiyi durduruyorum. Şoför muhabbet ederken adının Sami olduğunu söylüyor. Türkiye’den geldiğimi ögrendikten sonra ise özür dileyerek asıl adının Hasan olduğunu belirtiyor. Yahudi müşterilerin ‘hassasiyetlerini’ göz önüne alarak Sami adını kullandığını söylüyor. Sohbet koyulaşınca ‘Türkler bu bölgede kalsaydı en azından Müslümanlarla beraber yaşıyor olurduk’ diyor. Gülümseyerek cevaplıyorum: Türkiye’de bir çok kişi Arapların 1. Dünya Savaşı’nda Türkleri arkadan vurduğunu söyler. Taksicinin cevabı çok sert: “Kral Hüseyinin sülalesini skeyim. Gerizekalılar!” Sonra devam ediyor; “2000 ile 2010 arasında İsrail’in sonu gelecek çünkü kutsal kitaplarda öyle yazıyor. Kutsal kitaplara göre Netanyahu’nun kelime anlamı lanetli demek. Bu adam İsrail’in sonunu getirecek.” Orta Doğu’da bir çok kişi dini efsanelere inanıyor. Kimliklerini koruyabilmek için umutlu olmaya ihtiyaçları olduğu düşünüyorum.
Eşyalarımı eve bırakıp fotoğraf makinamı boynuma astım ve Ağlama Duvarı’nın ve Mescid-i Aksa’nın bulunduğu bölgeye yani Eski Şehir’e doğru yola koyuldum. Eski Şehir’in kapalı çarşıyı andıran dar sokaklarında dolaşırken Aksa’ya giden yolu sorduğum bir Arap çocuk peşime takıldı. Kapıda bekleyen polislere kimliğimi gösteriyorum ve daha sonra Harem-i Şerif’e giriyoruz. Kubbetus Sahra altın renkli kubbesiyle geceye yükseliyor. Büyüleyici bir görüntü. Sahra’nın içine giriyorum. Dua edenlerin yanında koşuşturan çocuklar, yüksek sesle konuşanlar dikkatimi çekiyor. Dindar bir insan olmamama rağmen biraz canım sıkılıyor. Fakat biraz sonra göreceklerim beni daha fazla hayal kırıklığına uğratacak. Kubbetüs Sahra’dan sonra Mescid-i Aksa’ya doğru ilerlerken Aksa’nın önündeki kulübede nöbet tutan sakallı, takkeli iki adam Fatiha suresini ezbere okumamı istiyorlar. Ortaokul’daki zorunlu din bilgisi derslerinden aklımda kalan yegane bilgi burada işe yarıyor.
Ayakkabılarımı çıkarıp Aksa’ya girdiğimde gördüğüm manzara karşısında hayal kırıklığına uğruyorum. Dua edenlerin arasında koşuşturanlar, sırtını duvara dayayıp bir şeyler yiyip içen bir adam, karşıda son derece rahat bir şekilde yere uzanıp elindeki dua kitabından bir şeyler mırıldananlar. Bunun için mi bunca mücadele?
Aksa’dan çıkışta peşimdeki Arap oğlanla yaklaşık 20 dakika pazarlık yaptık bahşiş konusunda. Ne önersem az buldu. Cüzdanıma bakmak istedi ama o kadarına da izin vermedim. Baktım olacak gibi değil, bu sevimsiz pazarlığı bitirmek için makul bir rakam söyleyip kabul etmezse gideceğimi söyledim. Sabrımın ve oyunun sonuna geldiğimizi anlamış olacak hiç itiraz etmeden uzattığım parayı aldı.
Eve dönmek için çıkışı ararken karşıdan gelen ve ellerindeki uzun sopalarla temizlik işçilerini andıran 5 kişinin fotoğrafını çekiyorum. Ama bir dakika! İçlerinden birisi bağırıp bana doğru yaklaşıyor. O zaman anladım ki bunlar İsrail polisi. Olmamaları gereken bir yerdeler. Bağırarak bana yaklaşan makinamdaki fotoğrafa bakmak istiyor bütün terbiyesizliğini takınarak. Diğer polisler de çevremi kuşatıyorlar. Makinamda onların fotoğrafını bulup terbiyesiz polise gösterip fotoğrafı siliyorum. Ama hayır, o hepsini görmek istiyor. Tek tek bakmaya başlıyorlar fotoğraflara. Filistinli bir adamın resmini de silmemi istiyor. Bu esnada çevremi kuşatan polislerden bir tanesi elini omuzuma koyarak hafifçe sarsıyor beni. Artık dayanamıyorum. “Makinama ve ban bir daha dokunursan ya da benden bir şey daha daha istersen hemen Türkiye Büyükelçiliği’ni ararım ve çıkacak krizin sorumlusu sen olursun. Utanmıyor musun bir turiste böyle davranmaya? Benimle konuşurken kibar ve saygılı olacaksın!” diyorum biraz yüksek bir sesle. Polisler bu beklemedikleri tepki karşısında şaşırıyorlar ve uzaklaşmaya başlıyorlar. Uzaklaşırlarken biraz önce benden esirgedikleri İngilizcelerini de kullanıyorlar. “Come on man! We are joking. Don’t call the embassy.” (Şaka yapıyoruz. Elçiliği arama.) Arkalarından Türkçe olarak işgalci piçler diyorum. Cinlerim tepemde, elim ayağım titriyor.
Harem-i Şerif’in bahçesinden çıkıp çarşıdaki dükkanlardaki kefiyelere bakarken dükkan sahibi bir Filistinliyle muhabbete dalıyorum. Mahmud Abbas’ı sevmediğini ve Hamas’ı desteklediğini söylüyor. Konuştuğum Arapların hiç birisi Ebu Mazen’den hoşlanmıyor. Onu İsrail’le işbirliği yapmakla suçluyorlar. Hala söylüyor musunuz o sloganı diyorum gülümseyerek: Bir ruh bid dem, nefidik ya Filastin! (Kanımız canımız sana feda olsun Filistin) Gözleri parlıyor.
Adamın sen benim müslüman kardeşimsin cümlesini beni kazıklamak için başvurduğu kelime oyunları izliyor. Kredi kartın var mı? Kaç para verebilirsin bu kefiyeye? Sıkı bir pazarlıktan sonra orjinal bir Filistin kefiyesi alıp eve döndüm. Sıkı pazarlık derken şöyle: 250 Şekel’e satmaya çalıştığı kefiyeyi 30 Şekel’e aldım. Evde Olga ve Medi’yle bir şeyler içtikten sonra Medi’yle beraber Emek Refaim caddesinin kalabalığına karıştık. Kudüs taşından yapılmış Arap evleri Emek Refaim caddesini bir masala çevirmiş. Güzel ve keyifli bir yemekten sonra yürüyüşümüzü yapıp eve döndük.
Yarın sabah bütün gün sürecek bir konferansa katılmak üzere Tel Aviv’e gideceğim.
18 Mart
I.
Sabah bütün ev halkı uyurken sessizce çıktım evden. Kudüs otobüs terminalinden Tel Aviv’e gidecek olan otobüse atladım. Otobüsün yarısından fazlası her zamanki gibi asker dolu. Tel Aviv’e vardığımda terminaldeki taksicilere gideceğim yeri söylüyorum: Tel Aviv Üniversitesi Diaspora Müzesi. Nedense sadece müze kısmını anlıyorlar ve kafadan 50 Şekel fiyat biçiyorlar. Ama ben de öğrendim artık bu işleri. Hemen 30 Şekel olursa binerim diye cevabı yapıştırıyorum. Biraz söylendikten sonra kabul ediyor benimle pazarlık yapan şoför ve İngilizce bilmeyen başka bir şoförün kullandığı taksiye geçiyorum. Ama bir sorun var. Adam sadece müze diyor başka bir şey demiyor. Beklediğim gibi beni başka bir müzenin önünde bırakmak istiyor. Ben de olmaz illa Tel Aviv Üniversitesi’nin içinde müzeye gidecem diye tutturunca biraz sinirleniyor. Kafasını camdan çıkarıp kaldırımdakilere yarım yamalak soruyor gitmek istediğim yeri. Fiyata da yolda 10 Şekel zam yapıyor. Ses çıkarmıyorum artık. Zaten fena halde gribim, sesim desen kuyulardan geliyor, bir de 10 Şekel için tartışmayayım.
Konferans salonu tıka basa dolu. Güç bela bir yer bulup oturuyorum. İsrail’deki İslami Hareket’in tartışıldığı konferansta İbranice sunulan bildiriler simultane olarak İngilizce’ye çevriliyor. Makalelerini okuduğum akademisyenleri dinlemek heyecan verici. Ama asıl heyecan verici olan izleyicilerin oturdukları yerden sürekli olarak konuşmalara müdahale etmeleri. Örneğin, İslami Hareket’in Kuzey fraksiyonuna üye olduğu anlaşılan adam ne zaman Kuzey fraksiyona “radikal-ekstremist” dense fırlıyor ayağa ve bağırıyor: Yalancı!
II.
Konferanstan sonra Pennsylvania Üniversitesi’nde doktora öğrencisi olan Sarah’la birlikte şehir merkezine indik. Rabin’in vurulduğu meydanda biraz dolaştık. Sarah’ın erkek arkadaşı Max’ı da aldıktan sonra geçtiğimiz yıllarda bombalanan Mike’s Place isimli kafede İnanç Abi’yle buluştuk. Birazdan Medi aradı ve Olga’yla Kudüs’ten Tel Aviv’e gelmek üzere olduklarını söyledi. Bir taksiye atlayıp istasyona gittim. 10 dakika sonra Medi, Olga ve ben Tel Aviv sokaklarında gürültülü kafelerin olduğu sokaklardan ve sokaklardaki banklarda kibbutz müzikleri yapan gençlerin arasından geçerek gitmek istediğimiz bara doğru yola koyulduk. Yolda İsrail şehirleri üzerine düşündüm ve şuna ulaştım: Uyumak için Hayfa, düşünmek için Kudüs, eğlenmek için Tel Aviv!!
Barda çok yetenekli olduğu hemen anlaşılan Türkiyeli genç piyanistin çaldığı ve bu satırları yazarken hala kulaklarımda çınlayan parçaları dinledik. Konserini Çaykovski’nin bir eseriyle tamamladı. Muhteşemdi! Bardaki program bittikten sonra başka bir yere gittik. Saat gecenin iki buçuğuydu ve Tel Aviv yaşamaya devam ediyordu. Kudüs’teki eve vardığımızda saat sabahın beşiydi. (Yazmayı unuttum: Bugün benim doğum günümdü!)
19 Mart
Ve yine Şabat. Bütün dükkanlar öğleye doğru kapanacak. Sabah Medi’yle akşam yemeği alışverişimiz için evden çıktık. Kapalı çarşıyı andıran pazar yerine varıyoruz. Rengarenk bir Pazar yeri: Baharatlar, meyveler, sebzeler ve heyecanlı kalabalık. Washingtonian olmakla Jerusalemite olmanın arasındaki farklar bu pazar yerlerinde iyice görünür oluyor.
Yemek alışverişinden sonra Medi’nin arkadaşı Tana ile buluşuyoruz. O da Medi gibi sıcak ve hareketli. Tana bize nasıl zayıfladığını anlatırken uyguladığı yöntem ilgimi çekti ve “bir de” bu yöntemi denemeye karar verdim! Malum hala 0,1 tona yakınım! Şabat’ta otobüsler çalışmadığı için Medi’yle eve yürüdük. Yaklaşık iki saat sonra, beraber hazırladığımız akşam yemeğini yemek için Medi, Olga, Dror ve bendeniz sofraya oturduk. Çok hoşuma giden ve melodileri hala kulağımda olan bir Şabat şarkısı söylediler. Güzeldi.
20 Mart
I.
Bugün İsrail’deki son günüm. Akşam 9’da beni havaalanına götürmek üzere dolmuş gelecek. Güzel insan Medi’nin hazırladığı tostlardan ve Washington’da benim için en büyük lükslerden biri olan demleme çaydan oluşan kahvaltımızı yaptıktan sonra fotoğraf makinamı boynuma asıp Eski Şehir’e doğru yola koyuldum. Eski Şehir’de ilk olarak Ağlama Duvarı’na gittim. Şabat olduğu için kalabalık ortalık. Dua eden insanları izliyorum. Çektiğim fotoğraflarda üç semavi dinin de kutsal mekanlarını aynı kareye sığdırmak hiç de zor olmuyor. Kubbetüs Sahra altın renkli kubbesiyle sol tarafta parlarken Ağlama Duvarı’nda başlarda kipalar, eller duvarda mırıltılar gökyüzüne yükseliyor.
Ağlama Duvarı’ndan sonra Arapların yoğun olduğu bölgeye giriyorum. Almak istediğim t-shirtlerin tanesine 80 Şekel fiyat biçen satıcıdan iki t-shirtü toplam 40 Şekel ödeyerek satın aldım. Kudüs’te pazarlık yapmanın altın kuralı bence şu: Fiyatı sen belirleyeceksin! Eski Şehir’de biraz daha fotoğraf çekip bir şeyler atıştırdıktan sonra eve döndüm. Saat 9’da dolmuş geldi ve Ben Gurion Havaalanına doğru yola çıktım. İsrail güvenliğinin bana yaşatacaklarından haberim yoktu henüz. Yaklaşık 1 saat sonra dolmuş havaalanının kapısında durdu ve uzun gecem başladı.
II. Gerçek bir ırkçılık hikayesi: İsrail güvenliği
Sırt çantam ve valizimle X-Ray cihazının arkasındaki sıraya geçtim. Sırada beklerken önümdeki yolcularla da tek tek konuşan bir görevli bana yaklaştı ve pasaportuma istedi. Nereye uçtuğumu ve mesleğimi sorduktan sonra elindeki 1’den 6’ya kadar numaralı çıkartmalardan 5’i hem sırt çantama hem de valizime her birine 2’şer tane düşecek şekilde yapıştırdı. Bana anlatılanlardan 6’nın tehlikeli yolcu 1’in ise fazla aranmadan geçen yolcu demek olduğunu bildiğim için bu 5 numaranın pek de hayra alamet olmadığını anladım hemen. Demek ki Türkiye Cumhuriyeti pasaportu taşımak İben Gurion Havaalanı’nda beni sıkıca aranması gereken birisi yapıyordu. X-Ray cihazının önüne gelince her zamanki gibi laptopumu çıkartıp ayrı bir kaba koydum ve görevliyi sırt çantamda fotoğraf makinam olduğunu söyleyerek uyardım. Görevli ise beni alaycı bir ifadeyle süzdükten sonra içinde fotoğraf makinamın olduğu sırt çantamı yaklaşık bir buçuk metre mesafeden X-Ray cihazına fırlattı. Ve bu rezil davranıştan sonra yanındaki diğer güvenlikçilere İbranice bir şeyler söyleyip gülmeyi de ihmal etmedi. Ben daha olayın şaşkınlığını üstümden atamamışken yine aynı alaycı ifadeyle bana dönüp “Çantanın içinde kamera vardı di mi? Çok özür dilerim.” dedi. Sinirlenmemem gerektiğini bildiğimden derin bir nefes aldım sadece.
X-Ray cihazından sonra, beklediğim gibi, beni check-in kuyruğunun olduğu bölgeye değil, arama yaptıkları ayrı bir bölüme yönlendirdiler. Burada en fazla 19 yaşında olduğunu tahmin ettiğim genç bir kız sırt çantamı açmamı istedi. Dediğini yaptım. Ararken, çantam X-Ray cihazından geçerken ekranda gözükenleri bana tek tek soruyordu aynı zamanda. Çantadaki dökümanlara bakmak istediğini söyledi. Ben de Hayfa Üniversitesi’nden aldığım dökümanları ve Knesset’in Arap üyeleri İbrahim Sarsur ve Masoud Ghanayem’den aldığım dergileri uzattım güvenlikçi ufaklığa. Sarsur ve Ghanayem’in verdiği dergilerin Arapça olması güvenlikçi kızın davranışlarının bir anda değişmesine neden oldu. 2 dakika önce Türkiye liglerinde oynayan İsrailli futbolcuların isimlerini sayan kız gitmiş yerine kaba bir ifadeyle İsrail’de kimlerle görüştüğümü, Arapça dergileri kimden aldığımı, İsrail’de ne işim olduğunu soran bir canavar gelmişti. Bense gayet kibar bir ses tonuyla soruları yanıtlıyor ve Kudüs’te Yahudilerin gözde mekanlarından Palmach Caddesinde kaldığımı filan söyleyerek bu işkenceyi en az hasarla atlatmaya çalışıyordum. Fakat Arapça yazılar güvenlikçi ufaklığı çok korkutmuş olacak ki, daha yüksek rütbeli birisine haber verdi. Yüksek rütbeli eleman yanında başka bir güvenlik görvlisiyle geldi. İsrail’de ne aradığımı sordu. Ben de tezim için araştırma yapmaya geldiğimi ve tez danışmanımın da Yahudi olduğunu söyledim. Gülümseyerek “sen bizi aptal mı sanıyorsun” dediler. Şalterlerimin zorlanmaya başladığını hissediyordum. George Washington Üniversitesinde okuduğumu söyledikten sonra yüksek rütbeli dalga geçer bir şekilde yanındaki güvenlikçiyi işaret ederek “bu da New York Üniversitesi’nde okudu” dedi. Efendiliğin ve kibarlığın bir yararı olmadığına inanmıştım artık. Sivri dilimi savaş meydanına sürmeye karar verdim ve ilk atağımı yaptım: “New York Üniversitesi’nde okurken havaalanında işkence nasıl yapılır üzerine mi çalıştınız?” Biraz önce benimle dalga geçen güvenlikçilerin yüzleri asıldı. Sinirlendiler. Valizimi arayacaklarını söyleyerek beni aynı alandaki başka bir bölgeye çektiler. Valizim tamamen açıldı ve içinde hiç bir şey kalmayacak şekilde boşaltıldı. Siyah kipalı, sinirli bir güvenlik görevlisi valizimi çok sıkı bir şekilde ararken başka birisi de çamaşırlarımı x-ray cihazından geçirmeye başladı.Tabi bu arada Müslüman mısın, dindar mısın gibi sorular devam ediyor. Valizimi alıp başka bir odaya götüreceklerini söylediler. Ben de bir şey bulamadınız galiba dedim gülümseyerek. X-ray cihazının başındaki eleman yanıma gelip valizimden çıkarttıkları ile ilgili sorular sormaya başladı. Ben de açıklıyorum. Örneğin, deodorantımı eline alıp “bu ne?” dedi. Ben de “gri renkli kapağı olan, koltuk altlarına ve boyuna sürülen, erkeklerin kullandığı ve benim de sevdiğim güzel bir deodorant” deyince açıklamanı istemedim dedi. Ben de az bilgi yanlış sonuçlara yol açabilir dedim. Çok sinirlendi. Ama korkuya gerek yok. Bu adamlar kendilerinden farklı olana eziyet etmeyi görev sayan sağcılar. Bunlara pabuç bırakırsam utanırım kendimden. Farklı ülkelerde şarj aletlerimi kullanabilmemi sağlayan adaptörümü en az 3 kere X-Ray’den geçirdiği yetmiyormuş gibi bir de elindeki özel ışıkla adaptörün vida yerlerine bakmaya başladı. Bense bu arada umursamaz gözükmeye çalışarak ıslık çalıyorum. Bu arada başka odaya götürdükleri valizimi getirdiler ve hemen içini açtım. İçindeki ufak yırtıkları görünce, biz Türkiye'de İsrail vatandaşlarına böyle davranmıyoruz, bu yaptığınız saygısızlık dedim arama yapan kadınlardan birine. O da bunu hiç tereddüt etmeden gidip Ibranice olarak yüksek rütbeli güvenlikçiye söyledi. Güvenlikçibaşı da yanıma gelip sizin güvenlik anlayışınızla bizimki farklı deyince ben de bu güvenlik anlayışı değil bunun adı psikolojik işkence, Amerikalılara böyle davranabiliyor musunuz? Diyerek cevabı yapıştırdım. Giysilerimi X-Ray cihazından geçirmeye devam ediyorlar. Pantolonlardan birinin içine Filistin kefiyesi ötekinin cebine de Filistin atkısı saklamıştım. Onu bulamıyorlar. Sonra beni içerdeki bir arama noktasına götürüyorlar. Orada hassas dedektörden geçirecekler. Cüzdanımı çıkartmamı istiyorlar. Dedektörden geçtikten sonra cüzdanımı cebime koymadan önce güvenlik görevlilerinin yüzlerine bakarak paralarımı çıkarıp göstere göstere sayarak cüzdana geri koyuyorum. Beni aşağılayan bu zibidilere dolaylı olarak hırsızlık yapıp yapmadığınızı kontrol ediyorum mesajı veriyorum. Tamamen ırkçılıktan ve ayrımcılıktan beslenen bu arama-sorgulama rezaleti tam 1 saat 53 dakika sürüyor. Yanımdaki güvenlik görevlisiyle birlikte check-in yaptırmaya gidiyorum. Ama orada da özel muamele devam ediyor. Koridor tarafına oturmak istediğimi söylüyorum ama güvenlikçi kibar olmaya çalışan bir sesle izin vermiyor. İstediğim yeri vermeye hazırlanan havayolu yetkilisi de güvenlikçinin tepkisinden sonra bütün yerler dolu deyip kestirip atıyor. Check-in de bittikten sonra bir X-Ray sırası daha var ama beni iyice aradıklarına kanaat getirmiş olmalılar ki yanımdaki güvenlikçinin eşliğinde oradan aranmadan geçiyorum. Bana eşlik eden görevliye son olarak şunu söylüyorum: Bugüne kadar bir çok ülkeye gittim ve böyle bir muameleyle karşılaşmadım. Ama şunu iyi bilin, Orta Doğu’da yalnız kalmak hiç iyi bir fikir değil!
Uçağım Brüksel’e doğru havalanırken sinirlerim gevşiyor ve İsrail’de geçirdiğim 10 gün hızlıca gözlerimin önünden geçiyor. Orta Doğu sarılmaya ya da yumruk atmaya hazır tutkulu insanların vatanı! Savaşların devam ettiği, sürgün öykülerinin yazıldığı ama umudun hep var olduğu, her dakika gündemin değiştiği ve tarihin hala yazılmakta olduğu topraklar. Biraz önceki güvenlik rezaleti de aslında devam eden savaşın bir parçası. Ve ben valizimdeki kefiyemle bu savaşta kesinlikle tarafım.
Tel Aviv’in giderek kaybolan ışıklarına bakarak gülümsedim: Kalbim aşağıda kalmıştı!
Kıvanç
Not: 1) Yukarıdaki günlüklerde yüksek lisans tezim kapsamında yapmış olduğum görüşmelerle ilgili bilgiler yer almamaktadır.
2) Yazinin icinde yer alan butun fotograflar bana aittir.
Subscribe to:
Posts (Atom)
Kış dönümü...
Yılların ardından… bir merhaba – uzaklarda kalan kendime de! İçtenlikle... Yazarım belki bundan böyle. Kapattığım kapılar açılır, küfleri ...
-
Emory College'i iyi bir dereceyle bitirdikten sonra toplumla arasindaki iliskiyi cuzdanindaki paralarla birlikte yakan ve Alaska'ya ...
-
Yiğitliğini kapatmaya üzerine örtülen gazete kağıtları yetmiyordu. Televizyondan görebildiğim biraz kan ve tozdu. Yaşadığımız cehennemi yüzü...
-
Yesterday, Beats in the Heart of Orient or in its original name Battements au coeur de l'orient played in the historical concert hall,...