December 15, 2006

dağınık, savruk ve ıslak



Çarpışıyoruz…
Nihayet ile ne yazık ki arasında
Bir yerlerde olmalıyım.

Dağınık, savruk ve ıslak!
Bir yokuşu tırmanıyorum,
Yüzündeyim, senin ve yerin!
Terli, yorgun ve kıvrak hayallerim…

Sen hep geliyorsun,
Sonra hep gidiyorsun
Böyle böyle unutacağız belki de
Ezdiğimiz çiçekleri
Ve yeni çiçekler açacak
dokunduğumuz yerlerde,
mor çiçekler…

Sen hep gidiyorsun
Ve ben hep susuyorum!
Suskunluğum
Hiç gitmediğim bir şehir şimdi

Daha ne kadar yolum var?
Su içmek için
Yüzündeki gamzelerden.

Göreceksin,
İçimizdeki çocuklar,
Ellerimizdeki atlıkarıncaya binecekler!

Dağınık, savruk ve ıslak!
Bir güzelliğe tırmanıyorum,
Aramızda yanıtsız sorular
Soramıyorum.

Göreceksin,
o çocuklar,
“ama”larımızdan ipsiz uçurtmalar yapacaklar
sonra da…
göreceksin!

Şiir: Kıvanç
Fotoğraf: Flying towards the love (Kıvanç)

December 13, 2006

ölüm oruçları devam ediyor, Türkiye susuyor!



Avukat Behic Asci tam 250 gundur olum orucunda! F tipi cezaevlerini protesto etmek icin olume yatan gencecik insanlar, sokaklarda dayak yiyen analar ve bir avukat! Adalet Bakani'nin kendileriyle gorusmesini istiyorlar, tecrite insanca bir cozum bulmak istiyorlar ve bedenlerini olume yatiriyorlar. Evet, onlarin sempati duydugu ve destekledigi orgutlerin hic birisini desteklemiyorum, onlarin yontemlerini benimsemiyorum ama bu susmami gerektirir mi? Insanlar ölüyorlar ve Adalet Bakani hala randevu vermemekte direniyor. Tebrikler Turkiye, suskun Turkiye, 301. maddeye takilip kalmis saskin Turkiye!!!

ODTU UYUMA! SORUSTURMAYI TAKIP ET!



TBMM'de ODTU ogrencisi Taylan Ozgur'un 1969 yilinda katledilmesini arastirmak uzere bir komisyon kuruluyor. Bakalim bu cinayetin altindan kimler cikacak? Bu komisyonun kurulmasi icin imza vermekten korkan milletvekilleri ozellikle de CHP'liler, siz cocuklarinizin yuzune bakarken hic utanmiyor musunuz? Yoksa korkuyor musunuz? Bu katliamin arkasindan kimin cikacagini hissettiginiz icin mi korkuyorsunuz? Yoksa, bir sonraki secimlerde listeye girememe endisesi mi sardi sizi? Kucuk hesaplarin pesindesiniz. Oysa o cocuklarin kanlari sizin pesinizi hic birakmayacak!

"dondurmam gaymak" sinemalarda



Pastane dondurmasi seviyorsaniz, cocuklugunuzu unutmadiysaniz, Algida vs. yerken icinize anlam veremedigniz bir huzun yerlesiyorsa, buyuk sirketlere gicik oluyorsaniz, kasaba insanlarini seviyorsaniz, kente isinamadiysaniz, bu ulkenin Ankara'sinda Istanbul'unda bunca yildan sonra bile sizi rahatsiz eden, hadi kalk uzaklara gidiyoruz diyen bir ic sesiniz varsa, Egeliyseniz ya da Egeyi seviyorsaniz, yalan soylemeyi marifet degil bir utanc olarak biliyorsaniz: BU FILMI IZLEYIN!

December 10, 2006

Nobel goes to Orhan Pamuk!



Tebrikler Orhan Pamuk! O guzel kitaplari yazdigin icin, Turkce'mize Nobel odulu kazandirdigin icin, ulkemize "Yeni Hayat"lar getirdigin icin tebrikler.

December 3, 2006

biz biraz komigiz galiba :)



Apple macbook'la biraz eglenelim dedik, yukaridaki fotografi cektik. Melis gulmesene :) Bakkal amca sen de veresiye vermeyeceksen niye hemen kusup sirtini donuyorsun?! Hayret bir sey kardesim ya! Tamam hesap makinen yok macbook'un var ama bu kadar da komik olunmaz ki canim :)

November 14, 2006

ODTU'de bir hayalet dolasıyor!



Sunu bastan ifade edeyim: Bu yazıyı okuduktan sonra, 12 Eylul yazısı Kasım ayının ortasında mı yazılır diye düsünenler çıkacaktır elbette. Eve Donus filmi ne zamandır vizyonda daha yeni mi heveslendiniz diyen e-postaları da okuyacagım. Tabi ki gülümseyerek. Bastan ifade edeceklerimin içine sunu da eklemeliyim; bu yazıyı bir filmi tanıtmak için yazmıyorum. 1980 darbesinden sonra Türkiye üniversitelerinde kurulan ilk sosyal demokrasi toplulugunun halen mücadele etmekte oldugu zihniyeti yaratan iklimin, bu ülkenin en saygın okullarını ne hale getirdigini göstermek için yazıyorum bu yazıyı.

Bu girizgahtan sonra, kendi yolculugumuzdan biraz bahsedeyim. 2003 yılının soguk bir kıs gününde kuruldu ODTU Sosyal Demokrasi Toplulugu. Sosyal Demokrasi adını kullanarak apoletli siyaset yapan genel baskanlara, üzerine sıçrayan kanları kırmızı boya olarak kullanip tuvale aktaran eski pasalara ve hala korku siyasetini kıskırtan yeni pasalara söyleyecek bir sözümüz, bu ülkenin hayli karısık olan fikir dünyasına katılmak isteyen genç bir sesimiz vardı. Insanların ortak acıları, yoksullugu, sefaleti fark edilmesin ve bu farkındalıktan özgür, esit bir dünya yaratılmasın diyerek gozlerimize milliyetçi perdeler indirmeye çalısanlara da söyleyecek sözlerimiz vardı.

3 yıldır yayınladıgımız ve yayınlamaya devam edecegimiz Sosyal Demokrat Açılım Dergisi, düzenledigimiz paneller ve konferanslar söylemek istediklerimizin bir bölümünü ODTU ögrencilerine ulastırdı. Hayal kırıklıgımız ve 1983 dogumlu olan benim 12 Eylül dönemiyle tanısmam tam da bu konferanslar ve paneller dönemine rastlar. Türkiye’nin en iyi ekonomi profesorlerinden birini davet ettigimiz ve Türkiye ekonomisini tartıstıgımız panele, hem de iktisat bölümünün içinde olmasına ragmen, sadece 20 kisi katıldı. Susurluk kazasını, mafyayı yani bize hükmeden mesru güc kullanma aygıtının “yaramazlıklarını” Susurluk sorusturma komisyonu üyesi eski bir milletvekili ile tartıstıgımız panele de sadece 20 kisi katıldı. Daha bitmedi, Milliyet gazetesinden bir kose yazarının, Türkiye’nin en büyük isci sendikalarından birinin genel baskanının, sosyal demokrasi alanında çok degerli iki kitap yazan bir yazarın ve 25 bin kisilik koca ODTU’nün en sevilen akademisyenlerinden birinin konusmacı oldugu panele ise, sıkı durun, sadece 10 kisi katıldı! Sanırım yeter bu kadarı...

Ne tank, top sesiyle güne uyandım ne de bir geceyarısı “Eve Dönüs” filmindeki Mustafa gibi siyasi subeye götürüldüm. Ama 12 Eylül’ün hayaletiyle tam 26 yıl sonra ODTU’deki konferans salonlarında ve amfilerde karsılastım. Benim için 12 Eylül bombos konferans salonları, sadece tüketen, derste susan ama sınavda kopya çeken bir gençlik demek! Düsünmeyi, hatta asık olmayı ve konusmayı bilmeyen insanlar demek 12 Eylül! Artık anladım. 2003’ten beri sordugum sorunun tam 26 yıl önce siyasi subelerde, insanlıktan çıkmıs komiserlerce cevaplandıgını da anladım!

Anlamadıklarımı da sormaya baslamanın sırası simdi: O eski pasalar simdi neyin resmini yapıyorlar acaba? Ya da ben ODTU’deki bos salonların fotografını çekip göndersem onu da resmederler mi? Yoksa, kendi eserlerini çaldıgım için beni de.......

Peki, malum partinin genel baskanı filmin galasında Sibel Kekilli ile birlikte yanyana otururken ne hissetti acaba? Içinden söyle bir cümle geçmistir ama Kekilli’nin kulagına söylememistir belki de: Iste kızım, ben aslında böyle bir düzen istiyorum ve bu yüzden siyaset yapacagıma askercilik oynuyorum!

Bizim içimizden geçenleri de özetleyip bitireyim bu yazıyı: Kanlı elleriyle resim yapan pasalara, kürsüye çıktıgında omzundaki apoletleri parlayan genel baskanlara inat hepimiz birer Mustafa’yız! Hepimizin adi da Seyhmus! Ve Eve Donmeye hiç niyetimiz yok. Nokta!!!

November 6, 2006

Bulent Ecevit (1925-2006)



TAKA
takalar geçiyor allı yeşilli
takalar geçiyor dümenleri lâzlı
takalar geçiyor en nazlı
yelkenlilerden de güzel

güvenli sularda işsiz dönenen
gezi yelkenlerinden çok duyarak denizi
takalar geçiyor enginlere
yamalı göğsünü gere gere

takalar geçiyor yükle yürekle
takalar geçiyor emekle dolu
günlük güneşlik kıyılarından kopmuş
denizlerde Anadolu

kıyılar kadın olmuş
açılır gider erkeği
takalar takalar toprağın
denizde çarpan yüreği

Bulent Ecevit

Fotograf: www.milliyet.com.tr

October 29, 2006

Mor Siir



Saclari ruzgarda ucusan,
Ve tutusturan
Simdilik beni!
Kahve falindaki
Oyuncu kiz…

Yuzu hayata
Hayati olume acilan

Ve senin dilinde
Dile gelen!

Hayatin kiyisinda durmaya yeminli bir oyuncu olmali?
Ya da oynuyor hala, bilemiyoruz!
Suphelerimizden yeni bir soru yaratmaliyiz?

Muglakligimizi bilemis gibi;
Aramizda sallaniyor

Fisildiyor yuzundeki gamzeye kurulup:
Ben bu siiri mora boyamak istiyorum!!
Mora boyamak istiyorum!


Siir: Kivanc Ozcan
28.10.06
00.52 - Ankara

Resim: http://yagmur.realsecret.com/life/girl_mor.gif

October 21, 2006

Tatlises'in Kadın Tarifleri Üzerine


Ibrahim Tatlises “Kadinlarimiz” baslikli koseyazisiyla “yazarlik” seruvenine basladi. “Kironun biri hislenmis, bak neler yazmis” diyenlerden, “o da insan, hem aglamis hem yazmis, alay etmeyin cok ayip” diyenlere kadar basinda yanki buldu yazisi. Hatta bu yaziyi o yazmamistir diyenler bile cikti. Eski anilar depresti : “Ne yapayim Fatih Altayli, protez kol mu taktirayim, agda mi yaptirayim.”, “iliski, ben bitti demeden bitmez” ler birer birer geldi aklimiza.
Fakat bu yazi, onu farkli bicimde okumayi denersek, yani isin sakasindan kurtulursak, Turkiye’deki cogunlugun kadina bakisini anlamamizi saglayan bir firsat olabilir. Hatta, soz konusu yazinin disinda kalan gozlemlerle birlestirilirse bu bakisi olumlu yonde degistirmek adina sicrama tahtasi bile olabilir. Ben biraz bunu yapmaya calisacagim. Zat-i muhteremin yazisini korkunc bulma hakkimi sakli tutarak!
1960’li yillarla birlikte dunya ekonomisinde yasanan makro duzeydeki degisiklikler, Turkiye’de de kentsel ve kirsal donusumleri de beraberinde getirdi. Kir hizla kentlere akmaya baslarken –Almanya’nin 2. Dunya Savasi’nin yaralarini sarmaya baslamasinin da etkisiyle-, uluslarasi goc dalgalari da Turkiye’nin taniklik ettigi sosyal hareketler arasina girdi. Sehirler, hizla, kirla kentin sosyal ve kulturel carpisma alanlari haline geldi. Bu carpisma, ilk once sehir ahalisinin kirdan gelen gocu kenar mahallelere ve sehrin hemen disindaki dezavantajli bolgelere (suburban area) puskurtmesiyle engellenmeye calisilsa da, zamanla bu direnc, sehir hayatinin sundugu dikey hareketlenme olanaklarinin da etkisiyle kirildi. Hatta buna kirilma demek yerine kir ahalisinin kente, adeta kapaklari kirilan bir barajin sulari gibi, bosalmasi desek cok da abartmis sayilmayiz. Kent kulturu ile kir kulturunun bu carpismasi etkisini hemen her alanda gosterdi. Bu karmasadan dogan yeni kultur (arabesk) tirmanisa gecti. Aile icindeki roller degisti. Kirdayken tarlada beraber calisan kadin-erkek sehirde genel(kamusal) – ozel alan ikileminin icinde cok keskin bir sekilde birbirlerinden ayrildilar. Tatlises’in deyisiyle “evimizin hanim agasi” oldu kadinlar. Erkek fabrikalarda calisirken kadina da onu sabahlara kadar pencerelerde beklemek dustu. Ibonun deyisiyle baska seyler de dustu: Uyuya kaldigi icin sopa yemek mesela!
Sehirdeki uretim biciminin degistirdigi aile ici roller cinselligi de yeniden tanimladi. Maskulinite artik eskisinden cok daha fazla kontrol ve guc amacli kullanilmaya baslandi. Sehir hayati, kirdan gelen ilk goc dalgasinin erkekleri uzerinde daha cok olumsuz etkiler birakti. “Disarida” kaybeden ya da kendini yenik hisseden erkek “iceride” bunu tazmin etmeye calisti. Bu tazmin surecinde “yemek tuzlu oldugunda kafalarina tabak yediler kadinlarimiz”. Kapitalizm onlari “disariya” cagirana kadar erkeklerin yenilgileri kadinlarin bedenleri ve ruhlarinda aciga cikti.
Erkek-egemen sistemin en buyuk kontrol araclarindan cinsellik de kadin uzerinde bir kontrol mekanizmasi olarak konuverdi. Viorst’a gore, 1960’li ve 70’li yillarda, en azindan teoride, cinsellik kendini ifade edis bicimi ve orgazmdan baska bir anlam ifade etmiyordu. Cinselligin gucu kadini kontrol etmek icin farkli firsatlar sunuyordu. Turk erkegi de bu firsati kullanmakta gecikmedi. Kadinlar “namusumuz” oldular. “Namus”larinin basina da biyikli, yenik ve ezik kocalari corekleniverdi! Hatta bu namus oylesine “husband-oriented” birseydi ki dul kalan kadini sehvet ugruna asilinabilecek cinsel obje haline getiriveriyordu. Cinsel kontrol nufuzunu artiradursun, arabesk kultur de tirmanisini surduruyor, 1977 yilinda Ibrahim Tatlises’in “Ayagindaki Kundura”si Turkiye’yi sarsmaya basliyordu.
Cinselligin gunluk hayatimizi isgali aslinda sadece Turkiye’ye ozgu bir durum degildi. Ornegin, 1960’li yillarda Los Angeles’ta, genc erkeklerin intihar etme sebepleri arasinda cinsel yetersizlik de yeraliyordu. Ama, Turkiye’de bu durum, gelismis bir toplumda gorulen toplumsal fonksiyon bozuklugu olarak degil de gelismekte olan bir ulkenin sosyal alanlarda kendini ifade edis bicimlerinden biri olarak sahneye cikti ve kendi kulturunu yaratti. 1960’li ve 70’li yillarda Turkiye’deki kadina bakisin gelismis ulkelerdekinden farklilastigi nokta da kanimca burasidir.
Sunu da soyleyebiliriz, 60’larin ve 70’lerin sosyal karmasasi yeni bir kultur yaratti ve kultur yeni bir sosyallesme modeli ortaya cikardi. Bu modelin beyinlerine nufuz ettigi cocuklar buyuduklerinde, “kadinlari icin olen ama ayni zamanda onlari, sokak ortasinda, 39 yerinden bicaklayabilecek asiklara” donustuler. Aski siddetle ifade etme furyasi basladi! Kentlerin hapishanelerine sevdigi kadin icin cinayet isleyen “asiklar” dolusmaya basladi.
Bu siddet patlamasini ekonomik olarak aciklayabiliriz. Yukarida “disarisinin” kadinlari cagirmasidan bahsetmistim. Kadinlar sehir hayatinin sundugu dikey hareketlenme olanaklarinin ve ekonomik kosullarin da etkisiyle isgucune katilmaya basladilar. Bu katilim dunyadaki feminizm dalgalarinin da etkisiyle hizla bir sorgulamaya ve yer yer “baskaldiriya” donustu. Erkek-egemen kulture bu meydan okuyus sokaklara tasan siddeti de beraberinde getirdi. Ama bu arada kent kulturunun modernlestirici etkisi “mahkemelerde tek celsede bosanan kadinlarimiz” i da yaratti.
Bu sorgulama surecinde aile ici roller tekrar degismeye basladi. Kadinlar cinsel yonden pasif bir boyun egicilikten, aktif bir kabul edici-onaylayici- konumuna dogru yonelmeye basladilar. Bu durum cinsellik silahinin namlusunun erkege cevrilmesine yol acti. Artik erkek, kadinin ilgisini cekebilmek icin kendisini kanitlamak zorundaydi. Erkek, artik degisen ekonomik kosullar sebebiyle “evin diregi” filan olmadigi gibi “o benim kocamdir, dover de sever de” diyen kadinlar da azalmaya basladi. Diger bir degisle, kadinin erkegin koruyuculuguna ihtiyac duydugu savi yanlislandi.
Ozetle, 60’li ve 70’li yillardaki sosyal hareketlilikler ve makro duzeydeki ekonomik degisimler Turkiye’de kadinin sosyal konumu uzerinde donusturucu bir etki yapti. Cinselligin kontrolu erkekten kadina gecerken, severken olduren cinsinden siddet gosterileri 3. sayfa haberi olarak gundemimizi isgal etmeye basladilar. Feminizm dalgalari erkek egemen kulturu silkelemeye basladi. Erkek egemen kultur ise bacaga sikilan kursunlarla, “namus” ugruna atilan tokatlarla, kadinlari icin olen patalojik asiklariyla kendini savunmaya basladi. Iste bu yaziyi yazmama sebep olan zatin yazisini bu savunma taktiklerinin bir listesi olarak okuyabilirsek, arka planinda kadinin sosyal konumunun donusumunun yeraldigi bir Turkiye fotografiyla karsilasabiliriz.

Kivanc Ozcan
ODTU Sosyoloji 4


Kaynaklar:
* Farrell, Warren. 1986. Why Are Men So Preoccupied with Sex and Success? Why Men Are the Way They Are Berkley Book and McGraw-Hill Book Co., pg. 109-138
* Fasteau, Marc Feigen. (1975). "The Conquest of Sex" from The Male Machine, 21-34.
* Viorst, Judith. The Power of Sex Part 1. Imperfect Control Chapter 4, pg. 91-99.
* Viorst, Judith. The Power of Sex Part 2. Imperfect Control Chapter 4, pg. ` 100-122.
* www.bugun.com.tr
* www.idobay.com

October 19, 2006

"my name is red" or my name is nobel!



From fascinating Ottoman Palaces to narrow streets of Istanbul: The Story of Turkey! Pamuk writes, world claps! Poor nationalists cry!! Who cares??

October 1, 2006

me / ben

(Museum of Modern Art-New York) Bir bilmecenin icindeyim sanki. Budapeste'de hissetmedigim duygulari hissediyorum. Sanki bir bilgisayar oyununda kucuk, sanal bir ikonum. Kendimi ariyorum. Bir yandan Turkiye ozlemi bastiriyor. Bir yandan bu sehirin sokaklarinda kaybolmanin heyecani. Icimde kac Amerika var? Onlar bile karmakarisik. Oklahomali bir kovboy muyum? Ponca Cityli bir kizilderilimiyim? Yoksa bir New Yorker'miyim. Cok yorgunum, biliyorum. Ama sehrin sokaklarinda turlarken unutuyorum kendimi. Simdilik bu kadar...

September 21, 2006

Elif Şafak Türkiye'dir!


Açtıkları davalarla bu ülkenin yazarlarını, akademisyenlerini hizaya getirmeye çalışan "avukat"-ülkücü ortaklığının yeni hedefi Elif Şafak. Makbul Türk olmamanın cezasını "vatan haini" damgası vurarak ödettirmeye çalışıyorlar. Ellerinde dilekçeleri, ağızlarında tehditleri, arkalarında saldırgan güruhları var. Mahkeme kapılarında bir ülkenin geleceğini çalmaya çalışıyorlar. Açtıkları her dava bu ülkenin alnına kara bir leke olarak düşüyor. Farkındalar mı? Bilmiyorum. İnsanın gözü hamile bir kadını linç etmek için karalama ve çağrı kampanyaları düzenleyecek kadar dönerse bazı şeylerin farkında olmayabilir gerçekten!

September 18, 2006

my love


Mavi Tur teknemiz... Marmaris"ten Simi'ye oradan Datca koylarina... Pesimizde tuttugumuz ve tutamadigimiz palamutlar, mercanlar. Her gece baska bir limanda tekneye cekien capanin sesiyle uyanmak. Cep telefonunu mumkun oldugunca kapali tutmak. Aksam yildizlarin altinda madenci lambasini kafama takip kitap okumak. Dalgalarin sesiyle uykuya dalmak... Yasamak yani kisacasi!

July 24, 2006

red and speed


(taken by Kıvanç in Annecy Festival)

lonely man on the rope! "passing the exam" or "spectacular disaster"


Bu fotoğrafıma bakarken hayata dair düşüncelere kapılıyorum: Bazen kendimizi sahnede buluruz. Seyirciler koltuklarına kurulmuş ve pür dikkat sizi izler. Yalnızsınızdır. Bütün ışıklar ve bütün gözler sizin üzerinizdedir. Ya ipin üzerinde karşıya geçeceksiniz ya da düşeceksiniz. İp cambazına benzemiyor muyuz sahiden? "İp"e de "hayat" diyoruz sanki!!

annecy takımı


Annecy'deyiz... Seda-Okay-Sevinç-KıVaNç-Fırat

July 22, 2006

boat prints on the river

Bu fotoğrafı çekerken kayıkların üzerinden atlayarak nehirde ilerlemenin olanaklı olup olmadığını düşünüyordum.

medieaval spirit


Annecy sokaklarından bir fotograf... Fotoğraf dergilerinde koridor ve sokak fotoğraflarını görünce hayıflanırdım. Artık benim de içime sinen bir sokak fotoğrafım var. Filtre ve flaş kullanmadan 23 yıllık manual makinemle çektim bu fotoğrafı :o)

flying towards the love

(Taken in Annecy by Kıvanç) Doğrusunu söylemek gerekirse, bu fotoğrafı çekerken bu kadar güzel bir kare yakalayabileceğimi hiç tahmin etmemiştim. Bu arada, bu fotoğrafı çektiğim saatlerde Türkiye'de olmam gerekiyordu. Ama uçağımızı kaçırdık. Bu fotoğrafa bakarken iyi ki kaçırmışız diyorum...

çiçekler ve Annecy


Lac d'Annecy kenarındaki çiçek saksıları. Işıkla birleşince daha güzel görünüyor çiçekler.

July 8, 2006

July 3, 2006

beyrut

İç savaşın sona ermesinden bu yana yaklaşık 17 yıl geçti. Beyrut hala yaralarını sarıyor. Eski günlerine dönmesi için biraz daha zamana ihtiyacı var. Ama şimdi bile, ışıklar bizi doğunun Paris'ine davet ediyor. Bir gün hep gitme hayalini kurduğum Beyrut'ta -belki de Ras Beyrut'taki kafelerden birinde-güneşli bir sabahı karşılamak dileğiyle...

çıplak-1941(Bedri Rahmi)

" ...O günler de elbet gelecek. İkimiz bir tek vücut olacağız. Sıcacık yatağında seni canımla kucaklarım. Benim küçücük Nonoşum." (Bedri Rahmi-Eren Eyüboğlu. Aşk Mektupları) Kaldı mı artık böyle insanlar? Bilinmez. Belki kentlerin arka sokaklarında geçmişin hatıralarıyla yaşayan ve hala ısrarla aşık olanlar vardır. Belki de hala aşk mektuplarının en güzelini hak edenler bitmemiştir. Bilinmez!

May 21, 2006

iki cüppeli adam

Kıvanç-Akay... Mezun oluyoruz abicim, izninizle... Bu arada akademisyen olursam yaz kış güneş gözlüğü kullanacağım. Hatta derste bile takmayı düşünüyorum...

May 18, 2006

Marquez'den aşka dair...(Teşekkürler Ozan)

Sınavların, makalelerin arasında, Kürt sorunu, Hamas, Hizbullah, İsrail politikaları derken unutmuşum bir öykünün içinde kaybolup kelimelerle oynamayı. Eskisi gibi değilim sanki. Büyümek denen şey buysa işimiz var! Ozan'ın attığı mail beni kendime getirdi bu anlamda. Gabriel Garcia Marquez'in "13 İfade" sini gönderdi Ozan. Hala onları düşünüyorum. Ozan'ın yazılarını okurken dümdüz bir yolda güvenli bir şekilde ilerlediğinizi düşünürsünüz ama yol bir anda keskin bir virajla kıvrılır, hazır değilseniz böyle ani dönüşlere bir anda kelimeler çarpar sizi (kendimden biliyorum). "Eski sevgilinizi başkasıyla gördüğünüz vakit anlarsınız ayrıldığınızı." Böyle bir cümle hatırlıyorum Ozan'ın bir öyküsünde. Neyse gelelim Marquez'in dediklerine: "Bu dünyada bir insan olabilirsin ama birisi için bir dünya olabilirsin." "Zamanını seninle geçirmekle ilgilenmeyen biriyle zamanını harcama" Hepimizin farklı sınıflandırmaları vardır çevremizdeki insanlara ilişkin. Bu cümle böyle bir sınıflandırmaya yardımcı olabilir. "Seni sen olduğun için değil, senin yanında olduğum zaman, ben olduğum için seviyorum." Son cümleyi destekleycek bir çok tez bulabiliriz. Ama yine de kafamı karıştırmadı değil, yanında olduğumuzda kendimizi hissedeceğimiz kişiyi biraz pasifize ediyor sanki bu cümle. Neyse, uzar bu muhabbet...

May 8, 2006

presentation trio!

Yer: Kıvanç'ın evi.
Saat: Zamanın hiç önemi yok! Çünkü biz o akşam zamanı da kaybettik.
Ertesi gün medya dersinde sunum yapılacaktır. Kıvanç, Akay ve Okşan sabahlamaya karar vermişlerdir. Çaylar içilmiş, muhabbet edilmiş, geyikler dönmüş, saat 1'e gelmiştir. Kıvanç pirelenmeye, heyacanlanmaya başlamış, Akay muhabbeti koyulaştırmış, Okşan'ın uykusu gelmiştir. Bilgisayarın başına geçilmiş, Kıvanç söyleyip Okşan yazarken, Akay, Kıvanç'ın şiirlerini okumaktadır. Okşan'ın uykusu dayanılmaz olmuş, klavyenin tuşları ninni söylemektedir. Akay mistik bir havaya bürünmüş şiirlerin içinde kaybolmuştur. Kıvanç aklından sunumda b.ku nasıl yiyeceklerini geçirmektedir! Lakin, saat 3 gibi Okşan salondaki kanepede sızmış, Akay eve uyumaya gitmiş, Kıvanç da "eh ben de biraz kestireyim bari" diyerekten sabaha doğru yolculuğa çıkmıştır! Sunum yapılmış, sözler tüketilmiş, bir ders daha geçilmiştir.

April 14, 2006

kızgın bir yazının ayak sesleri

Genellikle iyi okullarda konuşlanan, okulu bitirir bitirmez iyi maaşlı herhangi bir yere kapak atmayı kendilerine dert edinen ve bundan başka da pek bir derdi olmayan öğrenci sürüsüne cv-oriented youth demiştim iki yıl önce. İlk fırsatta bu sürüyle ilgili bir yazı yazıp bunları parmakla gösterilir hale getirmek boynumun borcudur. Varlıklarını belli markalar veya belli markaların taklidi olan ürünleri satın alarak ve tüketerek ortaya koyan bu insanları "etiketlemek" için sadece bunların tüketim davranışlarına bakmak yanıltıcı olur. Bunların insanları müşteri olarak algılayıp kuran bir ekonomik anlayışın kampüslerdeki taşıyıcıları olduğunu da anlatmak gerekir. Ondan sonra bunların sınavlarda, ödevlerde, okudukları ya da okumadıkları kitaplarda ortaya çıkan "öz"lerini teşhir etmeliyiz. Bugüne kadar dişe dokunur bir yazı yazamamış, ders kitabı dışında kitap okumaya zahmet etmeyen bu sürüyü gözümüze sokan zihniyetle savaşmak için yapılmak istenen ""etiketleme" ve teşhir iyi bir başlangıç olacaktır. Mülkiye ve ODTÜ gibi belli bir kimliği olan daha doğrusu toplumu dönüştürmek için gerekli bilgi hazinesini sağlayan okullarda giderek yaygınlaşan cv oriented youth ironik olarak bu okulların kimliğini değiştirme tehlikesini de beraberinde getirmektedir. Bunların insan ilişkilerinde görünen davranışları hakkında şu örnekler verilebilir: sınavlardan önce o güne kadar yanına bile yaklaşmadıkları öğrencilerden not isteme davranışı. Bu davranış hemen bir anda ortaya çıkmaz. Not istemek bir süreçtir; notu istenecek kişiye yalakalık yapmakla başlar ve notu isteme gününe kadar sürer.
Sınavlarda örgütlü kopya çekme davranışı: Söz konusu sürü, birbirlerini de iyi tanıdıklarından olsa gerek, sınavlarda mümkün olan ölçüde birbirlerine yakın otururlar ve kopya çekerler. Bir şey bilmiyorlarsa kitap açarlar, onu da yapamazlarsa sınava geceler boyunca çalışanların kağıtlarına bakarlar.
Konuyla alakası olmayan safsatalar ileri sürme davranışı: Bu davranış, konuşmayı seven cv-oriented youthda çok görülür. En ciddi derslerde bile, komplo teorilerine olan meraklarını ifşa ederler. Konu hakkında bilgi sahibi olmadan fikirlerini ileri sürme cesaretini nereden buldukları ise ayrı bir psikolojik patalojidir ve üzerinde ayrıca çalışılması gerekir.
Hocalara yalakalık yapma davranışı: Bu davranış asistan olmanın yolunun yalakalıktan geçtiğine inanların karakteristik özelliğidir. Derslerde sadece soru sormuş olmak için el kaldıranlardan, ders çıkışı hocaya yapışmalara kadar uzanan geniş bir yelpazede incelenmelidir.

Yukarıda kısaca değinilen cv-oriented youth konusunda hedefe giden bir yazı yazmak elzemdir! (Kıvanç)

April 8, 2006

Kürt sorununu konuşabilmek!

Kürt sorunu her seferinde "bastırılanın dönüşü" şeklinde gündemimize düşerken bu geri dönüşleri her seferinde birbirinden bağımsız "biricik" bir olgu olarak kabul etmek söylemsel kaymalara yol açıyor. Fakat, bilinçli olarak, tasarlayarak bu olgunun geri dönüşünü sabırsızlıkla bekleyenler olduğunu söylemek de dürüstlüğün gereğidir!
Kürt sorununa dair harekete geçmeye, kendi deyimleriyle sokak sokak, mahalle mahalle bu sorunla "savaşmaya" hazır bekleyen islamo-faşistler, orduyu göreve çağırmakta beis görmeyen, bu sorunu militer bir sorun olarak algılamaya iman etmiş zihniyetin "sosyal demokrat" olduğunu iddia eden siyasi aktörleri sorunu çözümsüzlüğe kilitlemiş gözüküyorlar.
Gerçek şudur, bastırılan her zaman geri döner (Yeğen). Bu geri dönüş Marksist bir örgüt kimliğiyle, Stalinist bir terör örgütü kisvesiyle olabilir veya Diyarbakır'da atılan taşlar bu geriye dönüşün tezahürü olarak okunabilir. Ama esas sorun hala orada durmaktadır ve demektedir ki: Hey ahmaklar ben asimilasyonlarla, baskılarla, havadan köylerin bombalanması, yerden yakılması ile çözülecek bir şey değilim. Ben ethno-politik bir sorunum! Ben ethno-politik bir sorunum!
Kürt hareketi içinde yer alan aktörlerin bazıları ise sorunu teröre kilitlemek konusunda gayretlidirler! Bu da çözümü geciktiren ikinci zorluktur. İmralı'yı pazarlık masasının altındaki bir kalaşnikof gibi saklayan, "gerilla" retoriğini yeniden dolaşıma sokanlar da en az İslamo-faşistler ve askercilik oynayan solcular kadar sorumludurlar!
"Türk" olmak gibi doğuştan gelen kimliklerini bir övünç meselesi olarak mail gruplarında, basın toplantılarında, reklam panolarında dolaşıma sokanlar ise komplekslerinden önlerini görmekte zorlanmaktadırlar. Bittabi, arkalarında olup bitenleri çarpıtarak yorumlayanların ürünleri oldukları da bir gerçektir.
Bu sorunu konuşabilmek çözmekten daha ciddi bir savaşı gerektirmektedir. Karşımızda siyasi yelpazenin heryerine dağılmış gibi gözüken grift çizgiler içerisinde bu ülkenin geleceğinden çalan orduya karşı savaş baltalarımızı ellerimize almanın zamanı geliyor! (Kıvanç)

April 2, 2006

okay

Kızılay'da toplanmış bütün Ankara ahalisi, yerel, ulusal ve bittabi uluslararası medya, patlayan flaşlar, alkışlar, konfetiler... Hepsi yıllardır ince ince planlanan ve kurgulanan bir yarışın koşucularını selamlıyorlar... Tunalı'da üstlerinde sadece iç çamaşırları kalacak şekilde, cebren ve akıl ile soyundurulmuş Ankara'nın bütün çakalları ve liberalleri Kızılay'a doğru koşuyorlar. Ahaliye doğru yaklaşırken, atılan domatesler ve yumurtalar da bu seramonik finale eşlik ediyor. Emre Kekeç'in kullandığı otobüsün tepesine çıkan Okay ve Kıvanç ahaliye zaferlerini ilan ederken Kızılay'ın orta yerinde don-atlet kalan geçmiş zaman çakal ve liboşları sırtlarındaki kamçı darbelerinden miras izleri birbirlerine gösteriyorlar! Canım dostum, dünyayı inadına gülerek yaşamaya devam... Mezuniyetin hayırlı olsun...

March 12, 2006

Mülkiyeliler Belgeseli



Bir pazar gecesi Mülkiye'de Can Dündar'ın hazırladığı Mülkiyeliler Belgeseli'ni izledik. ODTÜ'lü olsam da, ODTÜ'yü Türkiye'deki diğer okullarla kıyaslamayacak kadar çok sevsem de, Mülkiyeliler'in konukseverliğini, arkadaşlığını hep takdir etmişimdir. O akşam belgeseli izlerken, bir daha hiç yaşanmaycak bir geçit törenini izliyormuş gibi hissettim. Şimdiki öğrencilerin anlamsız hayatlarından cv'lerine taşan yalanları, bir yere 'kapak atmak' için gösterdikleri çabalar, hayatı ıskaladılarını belki de hiç bir zaman fark edemeyeceklerini bilmek çok üzücü doğrusu. Mülkiyeliler Belgeseli bu anlamda, satılığa çıkardığımız geleceğimize geçmişin yaktığı bir ağıt olarak okunabilir. Ya da hala aklı başında olanlarımıza yapılmış bir uyarı olarak da düşünebiliriz!

February 24, 2006

ODTÜ SODEM'den Türkiye'ye

Türkiye'nin üreten ve düşünen sosyal demokratları; dergimizin 3. sayısı bu ülkenin aydınlık geleceğine armağan olsun! Giderek yoksullaştırılan ve yozlaştırılan bu ülkeyi dönüştürmek için geliyoruz! Özgürlüğün ve eşitliğin buluştuğu bir dünyaya doğru yürüyoruz!

February 9, 2006

Kaçış (Hande'ye teşekkürler)

1998 sonbaharıydı... Paramız eşyalarımızı ancak kapinin önüne kadar getirtmeye yetiyor; kapının önüne yığılan ve ancak küçük bir evi yaşanabilir, içinde oturulabilir hale getiren eşyalar içeriye taşınmak için ellerimize bakıyordu. Eşyaların taşınma merasimini, ayaklarımızı uzatıp televizyon izleyebileceğimiz, birbirimize sarılıp uyuyabileceğimiz, oturunca içine çöken yumuşak koltukları salona yerleştirerek tamamladık. Yorulmanı istemediğimden, her ne kadar taşımak için, en azından bir ucundan tutmak için ısrar etsen de ağir parçaların hepsini ben yüklenmiştim.
Hayatın farklı duraklarda duran bir otobüs olduğunu farzedersem, ki bu yazıyı yazarken böyle bir kabullenişin gerekliliğinden şüphe duymamın benim için ölümcül sonuçlar doğurabileceğini biliyorum, 1998 sonbaharında taşındığımız o küçük ev benim hayatımdaki en iyi duraktı! Geleceği gördüğünü iddia eden bir kahinin şımarıklığı değil, bundan sonra asla o durağa geri dönemeyeceğimi söyleyen kalbimin çığlığı bu! Dediğim gibi, o ev benim hayatımdaki en iyi duraktı. Ve beni o durağa getiren otobüsü bir daha hiç görmedim.
Nedenini hala anlayamadığım ve bu yüzden beni hırçınlaştıran, ilk bakışta çekilmez birisi olduğumu düşündürecek tartışmalarımız, konuşmadan hatta hiç bir ses çıkarmadan tartışmaya başlamamız o sonbaharın son günlerine rastlar. Kasım ayının son haftasıydı sanırım. Yağmurlu bir geceydi. Yatakta sırtlarımızı birbirimize dönmüş, ayaklarımızın da birbirlerinden uzak olduklarından emin, uzanıyorduk. Senin o zaman hissettiğin duyguları aradan yedi yıl geçtikten sonra tahmin edemiyorum. Ben aramızdaki suskunluğun siyah bir buluta dönüşerek odamızın tavanına yükseldiğini ve bizi tehditkar bir bakışla süzdüğünü düşündüğümü hatırlıyorum. Sonra, o günlerde okuduğum bir yazıda geçen “soğuk savaş ideolojisinin küflü söylemi ile siyaset yapmak” cümlesinin seninle beni ne kadar anlattığı üzerine kafa yormuştum. Küflenmiştik! Aramızdaki ipleri kesmek icin haftanın beş günü güc toplayıp, aynı evin içinde birbirimizi görmezden gelerek, hafta sonları içimizdeki canavarları birbirimize savuruyorduk. Cuma akşamından başlayıp pazar akşamına kadar devam eden ve yolunu şaşırmadan ilerleyen bir gezgin ya da bir ayin gibi bizi ilişkimizin sonuna götüren fırtınaların önünde kurumuş yapraklara benziyorduk.
Biliyorum; bütün bu fırtınaların kaynağını senin, uğrunda hayatımı hiç düşünmeden adayabileceğim bir kadından, dokunmaktan çekindiğim bir yabancıya dönüşmene yüklemek haksızlık olur. Ama yine de kabul etmekte zorlandığım davranışlarını sanki olması gereken onlarmış gibi sahiplenmen ve bunları açıklamaya çalışırken taktığın maskeler kurnazlığın hakkında ipuçları veriyor; yıllar geçtikçe bu ipuçları boynuma dolanıyor ve beni ipin ucunda sallanmaya aday bir adam haline getiriyordu. Geriye dönüp baktığımda tek suçumun taktığın maskelerin arkasında eskiden sevdiğim kadına ait bir şeyler bulma umudumu canlı tutmaya çalışmak olduğunu görüyorum. Ufuk çizgisindeki bir gemiyi, iskeleye bağlamaya çalıştığımı çok geç farkettim. Kendimi yedi yıl öncesinde unuttuğumu da! Bedenim benliğimi geçmişte unutmuştu!
İşte bu yüzden içine düştüğüm yalnızlığın vahşi tadını bile tam olarak hissedemiyordum. Hayatımdaki her şey birbirine eşitlenmiş ve anlamını yitirmişti. Kaybettiğim ve bir daha hiç geri gelmeyecek yıllarıma yaktığım ağıtlar saçlarımda ve gözaltlarımda açığa çıkmıştı. Bedenim yedi yıl önce terkettiği benliğimi özlüyordu! Bense özlemek kelimesini babaannemin çocukluğumda bana anlattığı masallar kadar uzak buluyordum!
Bu satırları yazarken herhangi bir masalı dinlemeye hazırım oysa! Gerçeklerle savaşacak gücüm kalmadı. Yüzünü belki masallarda unuturum! Evet, itiraf ediyorum: Yüzünü unutmak için kaçıyorum. Gerçeklerin yüzümde açtığı yaraları ve örselenmiş ruhumun çaresizliğini peşimsıra sürükleyecek halim kalmadı! Babaannemin masal ülkesine kaçıyorum, saçlarımdan ve gözaltlarımdan özür dileyerek!

February 2, 2006

times square

(Times Square) Aslinda hiç bir sey oldugunuzu, gercegin sadece işikli yazilardan ve gokdelenlerden sarkan reklam panolarindan ibaret oldugunu dusunebilirsiniz bu meydanda. Hatta tam ortasindaki askere yazilma burosunu gorunce korkabilirsiniz bile. Times Square'i sevemedim bu yuzden. Kalabaliklara, yururken surekli omuz atma ya da yeme kulturune alıskin sayilirim ama bu kadar marka, bu kadar karmasa, bu kadar kapitalizm fazla!

January 11, 2006

let me see...

"Let me see your beauty when the witnesses are gone." My darling in Cowboyland! Keep my love in ThIrD pLaCe and feel it! And don't forget to listen cOLoUr MuSic as we did with the dream of kissin'! My darling; don't forget to look towards Atlantic Ocean. Don't worry, I will be waving to you! I know, and (i will know of course), it was "a pain-free love" like a pre-accepted conditions of a signed contract. My darling, i've burried your face in my future! Let me see your beauty once again before my spirit got lost among the clouds. And tomorrow will be the day of the fatal goodbye of our love! Goodbye America and goodbye my darling in Cowboyland!

donus

Icimde bir kipirti... Ankara'ya sadece saatler kaldi. Aileme, arkadaslarima, yokuslarini bile ozledigim Tunali'ya, her aksam kosuya ciktigim Emek'e, canim sikilinca turladigim Bahceli'ye saatler kaldi. Uzun suredir hic boyle heyecanlandigimi animsamiyorum; Ne bir kavusma, ne bir an, ne de bir insan icin. Onun icin kestiremiyorum ucak Ankara'ya teker koyunca icimden gececekleri. Kendi kendime surprizler hazirliyorum sanki.
Simdiden birikti yapilacak projeler. e-maillerle canimi disime takip o kadar dersin arasinda elimden geleni yapmaya calissam da yine de yeterince katki koyamadigim icin kendime kizdigim islerden baslayacagim ilk once. Biliyorum Ankara da ozledi beni! Yeni konular sakli simdi aylar once yurudugum sokaklarda. Onun icin hemen kavusmamiz lazim, daha dogrusu hemen yazmam lazim!

January 10, 2006

Hudson River



Mark Twain'in kitaplarindaki buharli silepler ve onlarin gectigi Hudson River... New York ile New Jersey arasindaki bu nehire paralel yollardan West Point'e, Bear State Mountain'e gitmek, nehir kenarindaki bir Italyan lokantasinda pastalarimizi yiyip kahvelerimizi yudumlamak cok dinlendiriciydi. Yarim saatlik bir surusle bambaska bir ulkeye gittik sanki. Oysa nehrin biraz asagisinda Manhattan'in gokdelenleri yukseliyordu. West Point'teki askeri akademinin muzesi cok guzeldi. Nagasaki'ye atilan atom bombasinin orjinal piminden, Japon kamikaze pilotlarinin uniformalarina, birinci dunya savasindan kalan silahlardan, Amerika ic savasindaki basliklara kadar herseyi gormek mumkundu bu muzede. Aksam kiraladigimiz arabayi teslim ettikten sonra Broadway'de yuruyus yapmak da iyi bir finaldi :)

January 8, 2006

Chagall'in pesinde...


Yaser Arafat'in biyografisini okurken Simon Peres'in onu ressam Marc Chagall'a benzetmesi cok ilgimi cekmisti. New York'taki Modern Art Museum'da Chagall'in tablolarini inceleme firsati buldum. Tablolarda yasadigi donemin izlerini, icinde yetistigi Yahudi mahallerinin ipuclarini, Rus kulturunu bulmak mumkun. Resimde bu yuzden birden fazla onemli nokta var. Anlatilmak istenilenin ne kadar evrenselse onun anlatilis bicimi o kadar yerel. Muzeden cikip metro duragina giderken uzun zamandir cevabini aradigim bir soruyu yanitlamanin rahatligi ve Peres'in ne demek istedigini anlamis olmanin huzuru ile gokdelenlerin arasindan gorunen bulutlara bakip gulumsedim...

Ankara, New York, Seattle, Bombay ne farkeder; "ayni sevdadir dile dolanir/ yuregimiz bir olunca yol mu dayanir" Amerika Irak'tan defol!


Bugun Times Square'de dolanirken Amerikan Ordusu'na asker yazma burosunun onunde Irak savasini protesto eden ve Amerikan hukumetini masum insanlari oldurmekten vazgecmeye cagiran bir gosteri vardi. Gostericilerle sohbet ederken Turkiye'den geldigimi soyleyince muhabbet koyulasti. New York City, Bush hukumetine karsi tepkilerin yogun olarak hissedildigi bir sehir. Metroda konustugum insanlarda da bunu gorebiliyorum. Yilbasi kutlamalarinda da bunun etkisi vardi. Amerikalilar'in hepten cildirmadigini anlamak, dunyanin her tarafinda savasa karsi insanlarin oldugunu gormek gercekten umut verici. Times Square gibi reklam panolarinin, bilboardlarin, neon lambalarinin kusattigi bir meydanda bile hala insanlik var! Ne guzel :o)

January 7, 2006

museum of modern art


Bugunku son duragim MoMa yani The Museum of Modern Art. Bu muzeyi hakkini vererek gezebilmek icin yarin bir kez daha gelecegim. Bugun muzenin sinema salonunda "The Story of Adele" isimli filmi izledim. Victor Hugo'nun kizinin basindan gecenleri konu alan film, isledigi donemle ilgili ipuclari vermesi acisindan cok basariliydi. (fotoğrafı müzeye girmek icin kuyrukta beklerken çektim)

little italy

Chinatown'u gezerken Little Italy'i de gezmis oldum. Okuduklarimla gezigim sokaklari karsilastirdigimda eski havasini kaybetmis oldugunu anliyorum. Fakat yine de guzeldi diyebilirim.

chinatown

Gokdelenlerin hemen arkasinda bir Cin mahallesi. New York'ta, simdiye kadar, en keyifli dakikalarim burada gecti. Sinava iyi calisan bir ogrenci gibi ben de Chinatown'la ilgili butun bilgileri onceden okumustum. Onun icin, sokaklarda gezerken cok buyuk keyif aldim. 1940'larda mahalledeki birbirine dusman aileler arasindaki kanli hesaplasmalarin yasandigi Bloody Angle, kizarmis ordekler, Cin keki, bugune kadar hic gormedigim baliklar, sebze tezgahlari ve binlerce Cinli... Chinatown giderek buyuyor. Oyle ki, yani basindaki Little Italy'i ve Yahudi mahallesini icinne almis durumda.

new york aquarium


Sabah uyanir uyanmaz kahvalti bile yapmadan New York Aquarium'a gtmek icin Coney Island'a giden metroya atladim. Akvaryumda deniz aslaninin yaptigi bir gosteriyi izledikten sonra penguenleri, foklari ve daha bir suru deniz canlisini hem disardan hem de su altindan gorup asil merak ettigim bolume, kopekbaliklarinin oldugu yere geldim. Boylari 2,5 metre civarinda olan dev kopekbaliklari gercekten urkutucuydu. Yukarida resmini gordugunuz Mr.Breakfast isimli kopekbailigi en buyuklerinden birisi. Bu fotoğrafı cekerken balıklari biraz kızdırdım galiba :o)

January 6, 2006

Brooklyn Bridge

The Moving Image Museum'dan cikinca Manhattan'a East River uzerindeki Brooklyn koprusunden gokdelenleri seyrederek gectim. Kopruyu cok begendigimi soylememe gerek yok sanirim. 1883'te tamamlanan ve celikten yapilan ilk ve en uzun asma kopru olan Brooklyn Koprusu'nun yapimi sirasinda sirasiyla kopruyu planlayan J.Roebling ve oglu hayatini kaybetmistir. Kopruyu Roebling'in esi tamamlamistir. Koprude yururken cok oncelerden bildigim bu huzunlu oyku icimde canlandi sanki. Ayrica, yuruyus yolundaki tahtalarin arasindan asagidaki arabalara bakmanin da heyecan verici oldugunu soylemeliyim.

Museum of the Moving Image

Bugunku duragim American Museum of the Moving Image. Manhattan'dan karsiya gecip Astoria duraginda indikten sonra kisa bir yuruyusle muzenin onundeyiz. Teknik olarak bir filmin nasil cekildigi ile ilgili bilgilerin yani sira, kameralarin, televizyonlarin gelismeleri de muzede gorebileceklerinizin arasinda. Interaktif detaylar da unutulmamis. Film muziklerini kulakliklarla dinlemekten tutun da animasyon yapma olanaklarina kadar bir cok ilginc ozellik var. Ayrica muzenin icinde film gosterimleri de yapiliyor. Zaman zaman filmlerde kullanilan kostumler ve esyalar da yapimci firmalar tarafindan muzeye odunc olarak veriliyor. Bugunku sergide Chicago muzikalinde oynayan oyuncularin kostumleri vardi. Metropolitan'da oldugu gibi saskinliktan bir sure konusamaz hale gelmesem de bu muzeyi de etkileyici buldum.

January 4, 2006

statue of liberty

Bugunku duragim Ozgurluk Heykeli idi. Guney Manhattan'daki South Ferry duragina gidip, Battery Parki gezdikten sonra feribotla Ozgurluk Heykelinin oldugu adaciga gittim. Hem alttaki muze hem de ust kattaki Observer Terrace cok guzeldi. Ikiz Kulelere yapilan saldiridan sonra artan guvenlik onlemleri heykele giderken gectiginiz kapilarda iyice hissediliyor. Fransizlarin Amerika'ya hediyesi olan bu heykel Amerika Birlesik Devletleri'nin en onemli sembolu. Heykelden New York limani ve Brooklyn koprusu gozukuyor. Ayrica donuste karanlik basinca gokdelenlerin isiklari gorulmeye degerdi.

Kış dönümü...

Yılların ardından… bir merhaba – uzaklarda kalan kendime de! İçtenlikle...   Yazarım belki bundan böyle. Kapattığım kapılar açılır, küfleri ...