December 31, 2009

Vavien’e dair notlar: Ben öldüğümde ne hissettin?



Vavien ismini ilk duyduğumda Avatar, 2012 tarzı Amerikan filmlerinden biri geldi yine diye düşündüm. Vavien ne olabilidi ki başka! Ama evde can sıkıntısının girdabında boğulmaktansa sinemaya gitmeye karar verince vizyondaki filmlerin oyuncu kadrolarına bakarak bir film seçeyim dedim. Engin Günaydin’ın ve Binnur Kaya’nın isimleri evden çıkışımı hızlandırdı.

Elektrik ustası Cemal, karısı Sevilay ve haylaz oğulları Erbaa’da yaşayan küçük bir aile. Zamanın donukluğu, mutsuz hayatlar, bir fısıltının ilçeyi saran dedikoduya dönüşmesi ve mekanın size kaçacak, soluklanacak yer bırakmaması gibi taşra özneleriyle kuşatılmışlar.

Görünürde kararların baba tarafından alındığı, son sözu söyleyenin hep Cemal olduğu bu ataerkil ailenin fertleri aslında ataerkilliğin baskısından zaman zaman sıyrılacak yolları bulmakta mahirler. Sevilay Almanya’daki babasının gönderdiği paraları evin kilerinde gizlice saklamakta, haylaz oğlan ilk gençlik deneyimlerini komşunun kızıyla bodrum katında yaşamakta, Cemal ise karısının sakladığı paraları aşırarak kendi yarattığı efkarını Samsun pavyonlarında mutluluğa tahvil etmeye çalışmaktadır.

Aile üyeleri arasındaki iletişim katlanma ve tahammül etmek zorunda olma haliyle beslenen bir mutsuzluk paylaşımından ibaret. Cemal’in Sevilay’a, Sevilay’in Cemal’e, haylaz oğlanın babasına tahammül ettiği mutsuz bir aile. Fakat bundan da öte, bu mutsuzluk formuna kimsenin müdahale etmemesi, bunun bir yaşam formu olarak içselleştirilmesi taşranın insanı ezen donukluğu ile birleşince ağır bir hüzün, ve karamsarlık filmi sarıp sarmalayan bir role bürünüyor.

Takıntıların ayrı bir yeri var Vavien’de. Cemal’in oğluna sürekli ‘elini yıkadın mı?’ diye sorması normal koşullarda komiklik olarak algılanabilecekken filmde asılı duran taşra hüznüne ve donuk zamana katkı yapmaktan öteye gidemiyor. Yine Cemal’in, arabasına hızlı kapanan bir otomatik kapı yaptırma isteği de bu hüzünlü takıntılardan sadece birisi.

Bir piknik dönüşü Cemal arabasına yeni yaptırdığı otomatik kapıyı açarak karısı Sevilay’ın arabadan fırlamasına ve uçuruma düşmesine vesile olur. Bunu da Sevilay’ın evin kilerine sakladığı paraların üstüne konmak için yapar. Fakat Sevilay ölmez. Gıyabında yapılan cenaze töreninden bir kaç gün sonra çıkar gelir. Ve Cemal’e şu muhteşem soruyu sorar:

Ben öldüğümde ne hissettin?

Ben sadece yası tutulan ve töreni yapılan bu ölümü izlerken Erbaa’da birinin ölmesiyle İstanbul’da birinin ölmesinin aynı şeyler olamayacağını düşündüm. Çünkü ölüm zaten yavaş akmakta olan taşra zamanına yapılabilecek en muhteşem saldırıdır. Sarsar, yıkar ve acılar zamana yenik düşene kadar yıllar geçer, insan yaşlanır.

Vavien nüfusu az, mekanı dar kuytu kentlerdeki ve taşra ilçelerindeki yaşamlara dair ipuçlarını başarıyla sunuyor. En önemsiz bir haberin bile Erbaa’da ağızdan ağıza geçerek esaslı bir dedikoduya dönüşmesi ve insanın bir türlü sadece kendi arkadaş grubuyla sınırlı olamaması bu ipuçlarından sadece bazıları.

Taşrada zamanın yavaş akması metropollerin hızından daha ezicidir. İnsanların yüzlerinde bunun izlerine rastlarız. Kendime yaşlılar taşraya gençler metropollere mi ait acaba diye sorarken bu sorunun sadece insanların fiziksel görünüsüne indirgenemeyeceği düşüncesiyle beraber cevaplanması gerektiğine karar verdim.

Film her ne kadar mutlu sonla bitse de taşranın insanın benliğine nasıl nüfuz ettiğini, onu ezdiğini, küçük sorunlarla başbaşa bıraktığını bize anlatıyor. Ama bütün bu yukarıda yazdıklarıma yönelik bir özeleştiri yapsaydım şu soruyu cevaplamam gerekirdi: Acaba bunlar hayatı ışıklı şehirlerde, metropollerde ve ülkenin görece daha zengin batı bölgelerinde geçmiş bir orta sınıf mensubunun taşra aklına geldiğinde denize girmekten korkan küçük bir çocuğa dönüşmesi midir? Yani taşra benim içimdeki “otherland” midir? Düşünmeye değer….


Kıvanç
31.12.2009

No comments:

Kış dönümü...

Yılların ardından… bir merhaba – uzaklarda kalan kendime de! İçtenlikle...   Yazarım belki bundan böyle. Kapattığım kapılar açılır, küfleri ...