January 6, 2011

Demokrasi öldü! Nasıl bilirdiniz?



Arundhati Roy, Çekirgeleri Dinlemek- Demokrasi Üzerine Saha Notları, Agora Kitaplığı, 2010, 352 s.


Kıvanç Özcan



“Şu anda istisnasız hepimiz zehirli bir kupadan, içine dini faşizm katılmış kusurlu bir demokrasiyi içiyoruz. Saf arsenik.” (Arundhati Roy)

Bölgeler üzerine yazılan kitaplardaki genel eğilim bölgelerin (Orta Doğu’nun, Latin Amerika’nın ya da Avrupa’nın) sorunlarını dile getirmektir. Bu yüzden bölgelerin coğrafi sınırlarına hapsolan ve toplumsal sorunlarıyla sınırlanan kitaplar ‘Dünyamız nereye gidiyor?’ gibi derin soruları cevaplamaktan uzaktır. Hintli yazar Arundhati Roy’un Çekirgeleri Dinlemek – Demokrasi Üzerine Saha Notları isimli kitabındaki makaleler ve söyleşiler okuyucuya bölgesel fotoğraflar sunuyormuş gibi gözükse de Roy aslında yukarıdaki sorunun cevabını vermeye girişiyor. Bu kitabı okurken Roy’un milliyetsiz olmayı tercih eden, başarıdan rahatsız olan, yenilginin elde edilmesi gereken bir şey olduğunu düşünen ve hayatın çeperlerinde yaşayan ezilen kitleleri sert bir dille savunarak iktidar sahiplerini rahatsız eden bir yazar olduğunu hep aklımızda tutmalıyız. Aklımızda tutmamız gereken bir şey daha var. Bu kitabın adı aynı zamanda yazarın Ocak 2008’de İstanbul’da Hrant Dink’i anarken yaptığı konuşmanın da başlığı.

Çekirgeleri Dinlemek ağırlıklı olarak Hindistan toplumuna ve son dönem siyasi hayatına yönelik gözlemler ve analizler içerse de bize demokrasiyi ve küreselleşmeyi sorgulayabileceğimiz araçları sunuyor. Aynı zamanda milyonlarca yoksulun hayatını cehenneme çeviren demokrasi ve küreselleşme söylemlerine nerelerden ateş etmemiz gerektiğini de bütün çıplaklığıyla gösteriyor. Yazarın demokrasiyle bu kadar uğraşmasının amacı bu kavramı yeniden inşa etme çabalarına katkıda bulunabilmek.

Bir noktayı hatırlatmakta yarar var. Roy’un problematize ettiği demokrasi bize öğretilen ideal bir demokrasi değil; büyük şirketlerin ve farklı çıkar gruplarının çıkarlarına hizmet eden, batı liberal demokrasisi adıyla medya araçlarından evlerimize fırlatılan bir roket görünümündeki sahte bir demokrasi. Roy, medya araçlarıyla manipüle edilen insanların oyları üzerinde yükselen bir sistemdeki seçimlerin bize demokrasi getirmediğini hatta bu durumun demokrasinin yapısal bir değişime ihtiyacı olduğu düşüncesini güçlendirdiğini belirtiyor. Yazarın ifadesiyle dünyamızda çok fazla temsile karşılık çok az demokrasi var (Roy, 2010: 2). Roy’un bu sahte demokrasiye yönelik eleştirilerinden en fazla nasibini alanlar hükümetler. Dikkatli okuyucular yazarın odak noktasına şu iki soruyu aldığını fark edeceklerdir: İnsanlara haklarını savunma kanallarını açık tutmaktan çok serbest piyasayı önceleyen bir demokrasi ve bunun ajanları olan hükümetler bireysel özgürlüklerimizi nasıl koruyabilirler? Bizler demokrasiye ne yaptık ve onu egemenlerin çıkarlarını koruyan bir canavara dönüştürdük?

Adaleti sağlamak gibi bir derdi hiç olmayan bu sahte demokrasi, yazarın ifadesiyle deli bir iblise benzemektedir ve biz artık bu iblise güvenemeyiz. Kitap bize Hindistan’da kapitalizmin yıkıcı etkilerinden çevreyi korumak isteyenlerin ilerleme karşıtı vatan hainleri olarak damgalanmalarını anlatırken ‘ilerleme’ ve ‘kalkınma’ gibi joker işlevi gören kelimelerin arkasındaki kara deliklere işaret ediyor. Örneğin, Hindistan’da hükümetler toprakları büyük şirketlere peşkeş çekmek için milyonlarca insanı yerlerinden ettiler. Bu yerinden etme işlemi sırasında sahte demokrasinin kolonlarından birisine yaslanıldı: Milliyetçilik. Hindutva da denilen Hindu milliyetçiliği bu peşkeş çekme işinde başta Müslümanlara olmak üzere ülkedeki azınlıklara uyguladığı şiddette devletin açık desteğini aldı. Sağcı Hindu milliyetçi partisi BJP Müslüman azınlığa yönelik şiddeti meşrulaştırmak için 11 Eylül saldırılarının yarattığı İslam fobisine eklemlenme fırsatını kaçırmadı (Roy, 2010: 15). Bir taşla iki kuş vurmak ve kelebek etkisi sanırım bundan daha iyi örneklenemezdi! Bu örneği akılda tutarak dünyanın diğer bölgelerine baktığımızda şu gerçeklikle karşılaşacağız: Faşizm ile serbest piyasa arasındaki bağlantı ‘ilerleme’, ‘birlik’, kalkınma’ ve ‘demokrasi’ gibi kavramlar üzerinden sağlanmaktadır.

Roy böylesi bir sahte demokrasinin üzerinde sörf yaparak halkı yönetmeye soyunan Hindistan hükümetlerini Tamil Kaplanlarına karşı yok etme politikası izleyen Sri Lanka ve Orta Doğu’nun işgalcisi İsrail Devleti’yle aynı hatta oturtuyor. Yerlerinden edildikten sonra ormanlara saklanan 3 bin civarındaki köylüyü ‘Maocu teröristlere karşı düzenlenen operasyon’ adıyla yok etmeye çalışan, büyük ittifakların rüşvetlerle seçim kazandığı ve çıkarılan yasalarla topraklarını kaybeden köylülere yılda sadece 120 dolarlık bir kazancı uygun gören NREGA yasasının (Roy, 2010: 23) sahibi Hindistan Roy’un kaleminde zalim ülkeler kategorisindeki yerini alıyor.

Çekirgeleri Dinlemek bize parmak hesabına ve kelle sayısına dayanan demokrasi anlayışlarının diktatörlere meşrulaştırma mekanizmaları sağladığını anlatıyor. Kitapta problematize edilen sahte demokrasilerde halktan oy almış olmak seçimlerden sonra yapılan bütün usulsüzlükleri demokrasi şemsiye altına sokuveriyor. Liderleri bir tarafa bırakacak olursak, partilerin zaman zaman ırkçı söylemlerle seçim kazanmalarının önümüze koyduğu sorular şunlar olsa gerek: Halk daima haklı mıdır? Halk desteği yapılan her şeyi meşru kılar mı?

Hindistan örneğinde, Keşmir bölgesi ve halkı Hindu milliyetçiliğinin hedef tahtasındayken ve Keşmirlilere bile ‘bizler kaypak, güvenilmez insanlarız’ dedirten bir medya kampanyası ve psikolojik savaş yürütülürken yapılan seçimlerle demokrasi arasında nasıl bir bağ olabilir? Bu olsa olsa Roy’un da belirttiği gibi hükümet, yargı, polis, basın ve seçimlerin başrollerde olduğu bir trajedidir.

“Dünyada devlet terörizmine benzer başka bir terörizm yoktur!”

Bu trajedinin önemli örneklerinden birisi Hindistan’ın Gucerat eyalatinde yaşandı. Devlet destekli pogromlarla bu eyaletteki Müslümanların yaşam sahalarını imha eden Hindu milliyetçileri, hükümet muhalifi olanları vahşi yöntemlerle öldürdükten sonra televizyonlarda bunu gururla anlattılar ve bu eyalette seçimlere girdiler. Devletin azınlıkları temizleme politikasında piyade eri olarak görev alan düşük kastlardaki Hindular yılların ezilmişliğini ve yoksulluğunu din faktörünü bir gurur meselesi yaparak ve öfkelerini azınlıklara yönelterek aşabilecekleri yanılgısına kapıldılar. Seçimlerden önce BJP önderliğindeki koalisyonu oluşturan 22 grup Gucerat’ta olan biten vahşete tepki göstermek şöyle dursun, kendi seçmen tabanlarını korumayı önceleyen hesapçı bir tavır aldılar. Hindu milliyetçisi serserilerin azınlıkları imha operasyonu iktidar tarafından ‘vatandaşın reaksiyonu’ denilerek geçiştirildi. Yazar bu durumu özetlerken yaklaşan tehlikenin boyutunu da bize anlatmaya çabalıyor: “Çağdaş Hindistan ile savaş öncesi Almanya arasındaki paralellikler ürkütücü boyutlara ulaşmıştır.” (Roy, 2010: 47) Bu arada merak eden okurlar için cevaplayalım: Azınlıklara yönelik sistemli bir katliamın yaşandığı bu eyalette seçimleri sağcı milliyetçi Hindu partisi BJP kazandı! Bu seçimlerin ardından Hindistan’ın önümüze serilen gerçekliği yoksulların yoksulları ezdiği ve iktidar yapılarına kimsenin dokunmadığı, ‘aşağıdaki’ toz duman sayesinde ‘yukarıdakilerin’ iktidarlarını devam ettirdikleri bir ülke olsa gerek. Böylesine bir trajedide gökyüzüne yükselen çığlık bize neler söylemektedir? “Biz buyuz. Hindistan’da biz böyleyiz. Tanrı geceyi atlatmamıza yardımcı olsun.” (Roy, 2010: 65)

Arundhati Roy’un sert eleştirilerini, sivri ve alaycı dilini etkili kılabilmek için başvurduğu benzetmeler ve analojiler Hindistan hakkında çok fazla bilgisi olmayan okuyuculara kolaylık sağlayacaktır. Yazarın düzen partilerini gezici senfoni orkestrasına, kendi aralarındaki sahte çekişmeleri izleyicilere öfke, aksiyon ve entrika sunan bir gösteriye benzetmesi bunlardan bir kaçı.

Düzenin generalleri ya da düşmanlarımız: Neo-liberalizm ve Cemaatçi Faşizm

Yazarın kitapta savunduğu ana tezlerden birisi Hindistan’ın bütün dünyada bilinen demokratik ülke imajının bir maskeden öteye gitmediği. Öyle ki, Roy Hindistan’ın en tehlikeli koğuşları Keşmir’de yer alan bir akıl hastanesi olduğunu ileri sürüyor. Bu akıl hastanesini yöneten zihniyet neo-liberalizmden beslenirken ve dükkanlar tüketim mallarıyla dolup taşarken yüzlerce Hindistanlı çiftçi borçları yüzünden intihar ediyor. Bu hastanedeki televizyonlarda ise tercihini sefalet içindekilerden yana değil de ışıldayan Hindistan’dan yana kullanan Bollywood filmleri ve dizileri oynamaya devam ediyor. Yukarıdaki örnekler ışığında kitabın Hindistan’la sınırlı kalmaması gereken bir savını hatırlatalım: Demokrasi olduğuna inanmamızı bekledikleri bu düzende insanların bildikleri ve gördükleri ile onlara anlatılanlar arasındaki uçurum o kadar fazla ki böyle bir düzen ancak maskelerle ayakta durabilir.

Bu maskelerin arkasındaki gerçeklerden birisi büyük şirketlerin çıkarlarıdır. Bir ülkede büyük şirketlerin CEO’ları o ülkenin başbakanından daha kuvvetliyse ve bu şirketler geçimlerini doğal kaynaklarla sağlayan insanların elinden nehirleri ve ormanları alıp onları topraksızlaştırıyorlarsa böyle bir ülkede demokrasinin rolü nedir?

Böylesine umutsuz bir tablo karşısında yazar Hindistan solundan umudu kesmiş olsa da tabandan gelen direniş hareketlerinin tünelin ucundaki ışık olabileceğini de belirtiyor. Roy, Hindistan’daki eşitsizliğin, ırkçılığın ve yoksulluğun derinliğinin ülkeyi mecburi bir değişime doğru götürdüğünü söylerken halkını uyarmayı da ihmal etmiyor: Değişimi gölge parlemento gibi oluşumlarla başaramazsak kanlı bir dönüm noktasıyla karşılaşabiliriz.

Kitabın olumlu noktalarından birisi de Hindistan’la ilgili ağır sayılabilecek makalelerin aralarında yazarla yapılan söyleşilere yer vermesi. Söyleşiler okuyucunun biraz soluklanarak öteki bölümlere daha dinç devam etmesini sağlıyor. Roy, Ömer Madra ile yaptığı söyleşide insanlığın artık paranoid şizofrene dönüştüğünü ve aynaya baktığında devletlerin kontrolündeki medyanın ve çeşitli bilgi bankalarının manipüle ettiği sahte bir görüntüyle karşı karşıya olduğunu ifade ediyor. İktidar böylesine bir manipülasyon mekanizmasını kontrol ediyorsa bu iktidarın radikal dinci ya da köktenci laik olmasının ne önemi olabilir? Cevaplanması gereken soru şudur: Neleri yasaklıyorsunuz?

Roy’un Osman Akınhay’la yaptığı röportajda söyledikleri ise beni şaşırttı. Yazarın örgütlenmenin gerekli olduğunu belirttikten sonra bunun üzerine kafa yormaktan kaçınmasının altında sol partilerin başını çekeceği bir örgüt modelinin otorite ve hiyerarşiye dayalı olacağı düşüncesinin önyargılı olduğu görüşündeyim. Yazar örgütlenme fikrine bu kadar uzak durmayıp belki de yeni bir sol parti modeline işaret etse kitabın güçlü argümanlarını taşıyabilecek bir yapıyı da bizlere sunmuş olurdu. Bu söyleşide küreselleşme ile ilgili söyledikleri kayda değer. Yazar, asıl küreselleşme savucularının nükleer ve kimyasal silahların bütün dünyada yasaklanmasını isteyenler ve uluslararası barış ve adalet çağrısında bulunanlar olduklarını belirtiyor.

11 Eylül trenindeki birinci mevki yolcuları

Hindistan parlementosuna 13 Aralık 2001’de yapılan saldırı hükümete kendi politikalarını yürütmek için kullanacağı bahaneleri fazlasıyla sundu. Hükümet, Bush’un 11 Eylül sonrası siyasetine eklemlenerek Keşmir halkına ve Müslümanlara yönelik yürütülen politikaları meşrulaştıracak yeni bir kılıf bulmanın sevinciyle Pakistan sınırına yüzbinlerce asker yığdı ve kendi vatandaşlarından bazılarını Pakistan ajanı suçlamasıyla katletti. Halbuki, saldırıyı yaptığı iddia edilen S.A.R. Geelani 18 ay hücrede tutuldu ama parlemento saldırısını yaptığına dair hakkında hiçbir kanıt bulunamadı. Bundan daha kötü olan ise saldırıyı gerçekleştirenlerden birisi olduğu iddia edilen Efzal’ın başına geldi. Yargı, Efzal aleyhine doğrudan kanıt bulunmadığı halde toplumun kollektif vicdanını tatmin etmek için Efzal’ı öldürme kararı verdi (Roy, 2010: 168). Evet kararı aynen bu şekilde gerekçelendirmişlerdi! Toplumun kollektif vicdanını tatmin etmek için... Bu noktada hedefe göndereceğimiz sorular şunlar olmalıdır: Kolektif vicdan nedir? Çoğunluk düşüncesiyle aynı şey midir? Bu vicdan bize sunulan bilgilerle şekillendirilmiyor mu?

11 Eylül’le ilgili olarak Roy’un hedefinde sadece Hindistan hükümeti yok. Yazar, saldırılardan sonra Hindistan’ı ve Pakistan’ı ziyaret eden Bush’un Hindistan ve Pakistan halklarını tebaası olarak görmesini Amerika’nın bölgeye yaklaşımının somut bir örneği olarak aktarıyor. Roy’a göre Bush Gandhi’nin Rajghat’taki anıtını ziyaret ettiğinde milyonlarca Hindistanlı anıta bir kupa kan dökülmüş hissine kapıldılar.

Yazar, Bush’un Hindistan ziyaretinde (seferinde mi demeliyim acaba?) Amerikan politikalarını protesto eden binlerce insana Animal II isimli bir oyun kaleme alarak katkıda bulunuyor. Amerika’nın Hindistan’a nasıl baktığını da anlatan bu oyunda Bush’un hayali bir konuşması konu ediliyor. Bu metnin en çarpıcı bölümlerinden birisi de demokrasiyle ilgili olan bölümü. Bu kurgusal metinde Bush Hindistan halkına şöyle sesleniyor: “Amerika Birleşik Devletleri’nde biz dolapta bomba saklamayız. Sadece iskeletler olur. En sevdiğimiz iskeletlere de köpek isimleri veririz. Adları Barış, Demokrasi ve Serbest Piyasa olur. Ama gerçek isimleri Cruise Füzesi, Karadan Atılan Top ve Lazer Güdümlü Bomba’dır.” (Roy, 2010: 180)

Çekirgeleri Dinlemek sadece Hindistan’daki karanlıklara ışık tutmuyor. Bu kitaptan Türkiyelilerin de çıkaracağı önemli dersler var. Roy, hükümetlerle istihbarat örgütlerinin eskiden beri yaptıkları savaş çığırtkanlıklarının, insan hakları ihlallerinin ve düzenledikleri komploların karşısında etkili bir şekilde durabilmek için kamuoyu tepkisine ihtiyacımız olduğundan bahsederken, medyanın kurbanların değil katillerin yanında yer almasına hatta katliamları ve cinayetleri bir dizi film gibi bizlere sunmasına karşı hazırlıklı olmamızı öğütlüyor. Okuyucular bu kitabı okurken Hrant Dink’in katilleriyle Hindistan’in Gucerat eyaletinde 2 bin Müslümanı katledenlerin aynı cephede yer aldıklarını hemen anlayacaklardır.

Neo-liberalizmle etnik milliyetçiliğin ya da faşizmin yükselmesi aynı yapbozun parçalarıdır. Amerika’ya düşmanmış gibi gözüken milliyetçiler ve ırkçılar aslında bu imparatorun en büyük müttefikleridir. İlerleme ve kalkınma gibi kavramların büyük şirketler lehine işlerlik kazanabilmesi için insanların yerlerinden edilmeleri gerekiyor. Bu işi de ırkçılar hallediyor. Devlet destekli katliamların fark edilmemesi ya da birazcık olsun meşrulaştırılabilmesi için liberaller, muhafazakarlar ve faşistler bizlere medya aracılığıyla gerçeğin büyüme oranlarından ve ilerleme projelerinden ibaret olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. Roy bu maskeleme operasyonunu iki kelimeyle karşılıyor: Sahte evren!

Soykırıma nereden bakıyoruz?

Roy’un Hrant Dink’i anarken yaptığı konuşma da kitapta yer alıyor. Yazar bu konuşmasında milliyetçilikle kalkınmanın kesiştiği bir kavşakta yer alan soykırım konusuna değinirken bize asıl görevimizin beyaz berelilerle savaşmak olması gerektiğini hatırlatıyor. Soykırım meselesinde olayın kendisinden önce soykırımlara hangi pencerelerden baktığımızın önemli olduğunu ifade ediyor ve soruyor: Soykırıma devletlerin çıkarlarla dolu dış politika penceresinden mi yoksa yakınlarını kaybetmişlerin gözlerinden mi bakıyorsunuz? Unutmamamız gereken en önemli şey şudur: Egemenlerin veya iktidarların gözünde soykırımcılar ulusal kahraman olarak pekala anılabilirler.

Okuyucunun ilgisini bugüne kadar soykırım tartışmalarında görece daha az yer kaplayan bir konu çekebilir: Kurbanların daha sonra canavarlaşma ihtimali. Bugün Hindistan’da yerli halk Adivasi’lerin ormanlar, nehirler ve madenlerle dolu yaşam alanları çok uluslu şirketlerin ve orta ve üst sınıf zengin Hinduların hedefindedir. Bu süreçte Adivasi’ler hem yok edilirler hem de diğer ‘aşağı’ sınıflara mesela Müslümanlara yönelik saldırılarda piyon görevi üstlenirler. Yazar, Hindistan’daki katliamları tıkır tıkır işleyen bir sistemdeki yol kazalarına indirgemeye çalışanlara karşı eleştirilerini sıralarken bizlere de Hrant Dink cinayetinin münferit bir iş olduğunu söyleyenlerle mücadele etme yollarını gösteriyor.

Direnişin duvarlarındaki delikler

Arundahati Roy’un eleştiri oklarından nasibini alanlar aynı zamanda haklarını savunduğu insanlar. Yazar, haklarını savunduğu insanların iktidarı ele geçirdikleri zaman belki de ilk olarak onu temizleyeceklerini ifade ettikten sonra direniş cephesindeki yanlışlara dikkat çekiyor. Keşmirliler kendi cumhuriyetlerini kurabilirlerse azınlıklara nasıl davranacaklar? ‘Yeni’ Keşmir İsviçre’ye mi benzeyecek? Suudi Arabistan’a mı? Maocular ve Gandhicilerin başarısızlıkları da kitapta okuyucuya sunuluyor. Hindistan’daki iktidarın baskı aygıtlarını başarıyla keşfeden ve ona karşı koyan Maocular ve Gandhiciler bazı toplumsal meselelerde, (kadın, evlilik, cinsellik ya da aile değerleri) muhafazakarca davranabiliyorlar.

Roy, direnişin duvarlarındaki delikleri kapatabilecek reçetelerden birisinin ilk önce direnişin yöntemi üzerine uzlaşmak olduğunu belirtiyor ve pasif direnişin şiddete başvuran otoriteleri afallatığını Keşmir halkının Hindistan hükümetine tepkisi üzerinden anlatıyor. Çekirgeleri Dinlemek hükümetlere muhalifmiş gibi görünen STK’lara ve sanal ortamla sınırlanan direnişlere hayatın geri kalanında etkili olamadıkları gerekçesiyle karşı çıkıyor. İktidar tarafından kontrol altında tutulan bu direniş yöntemleri iktidarın ya da başka güç odaklarının demokratik olduklarına dair sahte bir düşünceyi besliyor.

Dünyamız nereye gidiyor? Bu nasıl bir demokrasi? gibi büyük soruları soran bizler Arundhati Roy’un Çekirgeleri Dinlemek isimli kitabını okuduktan sonra düşmanlarımızın karşısına şu iki soruyla çıkmalıyız: Askeri alet-edavatınız, şirket çıkarlarınız ve eski kaleleriniz iklim değişikliğine ve yoksulların öfkesine karşı siz nasıl koruyacaklar? Hayatta aslolan nedir?


*Bu yazi dogudan dergisinin Aralik 2010 sayisinda yayimlanmistir.

No comments:

Kış dönümü...

Yılların ardından… bir merhaba – uzaklarda kalan kendime de! İçtenlikle...   Yazarım belki bundan böyle. Kapattığım kapılar açılır, küfleri ...