November 7, 2005

Ruya

Ozenilerek cilalandigi belli olan ahsap masalar, duvarlarda pastel tonlarin agirlikta oldugu tablolar, o tablolardan firlayip karsima oturacakmis gibi duran kadinlar... Gerci, o sabah, sehrin meydanindaki "café house"da karsimda oturan kadinin o tablodakilerden pek bir farki yoktu ama insanoglu doyumsuzdur! Kafenin girisinin sol tarafinda kalan duvara yaslanmis kahve makinesinden farkli bolgelere ait kahve kokulari geliyordu. Ilk once sert bir Kolombiya kahvesini daha sonra da vanilyali bir Fransiz kahvesini duyumsadim.
Ayakkabilarini cikarmis, sirtini sag tarfindaki duvara dayayip bacaklarini deri kapli kanapeye uzatmisti. Ciplak ayaklarini birbirine caprazlamis, elindeki kitabi okuyordu. Ben de bir kitap okumaktaydim ama bir yandan da onu izliyordum. Kizil saclari omuzlarina dokuluyor, turuncu yesil kiyafetinin uzerinde sanki hep oradaymis izlenimi yaratan bir aksesuar gibi duruyordu. Kitap okuma sekli bir insanin guzelligine katki yapabilir mi? Yapiyordu iste! Soru sormak anlamsizdi. Belki de yapmam gereken tek sey, onu bir peri kizini seyrediyormuscasina seyretmek ve bunun yaratacagi saskinligi, en azindan bir sure, kendime saklamakti. Yani, gozlerimle bakmali ama kalbimle sasirmaliydim.
Gozlerinin altindaki ciller saclarinin rengiyle uyumluydu. Bu uyumun yuzune verdigi saflik, beni bazen onun guzelligini dusunmekten alikoyuyordu. Yuzunde beni cagiran farkli ulkeler vardi. O ulkelere hangi yoldan gitmeliydim? Daha dogrusu, onun guzelligini somut ve maddeci bir bakis acisiyla mi yoksa kavramsal bir bakisla mi degerlendirmeliydim? Yastiga basimi koyup onu dusunmeye basladigimda -bu bir rituele donusmeye baslamisti son zamanlarda- aklima ilk once hangisi gelmeliydi? Bunu planlayamazdim herhalde. Ask zaten duygularin kontrolden cikmasi degil midir? Ifade edemesen de kendi icinde yasadigin bir kargasa degil midir? Iste bugunlerde ifade edemedigim kargasalarin tutsagi olmus gibi hissediyorum kendimi. Plansiz bir sehir gibiyim: trafik isiklari olmayan kavsaklarim, kor soforlerim var!
Kitabini okurken bazen guluyor, bazen kaslarini catiyordu. Satirlari icine alip onlarla hesaplasiyordu sanki! Biraz once masaya koydugu bardagin icinde bir dilim limon vardi. Limona baktim. Iki elimle bardagi kavrayip, kaldirmadan calkalamaya, limonu suyun icinde yuzdurmeye calistim. Limon, kucukken girdigim akvaryumcularda hayranlikla seyrettigim japon baliklarina benziyordu. Elllerimi bardaktan cektim. Sonra, bardagin icindeki suyu izledim bir sure. Ellerim bos...
Kafenin onundeki kavsaktan arabalar geciyordu. Nefes alip verislerini duyuyordum ki, ansizin bir sikinti yerlesti icime. Iki ay sonra bitecek bir ruyanin, kisa mutluluklarla avunan aktoru oldugumu korkuyla hatirladim. Yani bu ruyanin aslinda gercegin ta kendisi olup iki aylik bir omru oldugunu bilmek simdiden aci veriyordu bana. Kendi gordugum ruyanin isteksiz mezar kazicisiydim, zaman suc ortagimdi!
Ona baktikca, bugune kadar icime yerlesmis, hatta bazen kalici oldugunu zannettigim, kadinlara ait dusuncelerimin daha dogrusu onyargilarimin bir duvar gibi yikildigini hissediyordum. Yikilmak kelimesi belki hislerimi tam olarak karsilamayabilir. Guzelligi gittikce buyuyor, beni kusatiyor, sanki nefes almami engelliyordu. Icimdeki duvarlar yikilirken taslarin altinda kaldigimi hissediyordum.
Bugune kadar okudugum kitaplardan aklimda kalan ve utopik asklari anlatan cumleler, icimde resmi gecitlerine baslamislardi coktan. Asker adimlariyla degil; tam tersine, anarsist bir havada gerceklesen bir gecit toreniydi. Cumleler, anilarima carpiyorlar, yeni bir askin habercisi olduklarini mujdelerken eski asklarimi da gozden gecirmeme sebep oluyorlardi. Onun icin karmakarisiktim! O ise hala elindeki kitapla hesaplasiyordu! Kendi ic karisikligimla mi yoksa onun guzelligiyle ve safligiyla mi ugrasmaliydim? Kararsizdim. Komsulariyla savasirken ayni zamanda ic isyanlarla basetmek zorunda kalan bir imparatorluk gibiydim. Yapayalnizdim! Anarsist cumleler denizinde, ufuktaki utopyama dogru yuzuyordum.
Bu seferki yalnizligimi –oncekilerden farkliydi gercekten- nasil adlandirabilecegimi dusunurken Paul Eluard’dan bir dize geldi aklima: “....seni yalnizligimin boyunda yarattim....” Ne yapmaliydim? Biliyorum, bir sey yapmazsam bir sirra donusecekti duygularim. Ama “... sana.....senden sozetmeyi beceremem ben...” demisti Louis Aragon. Oyle bir an mi simdi? Onun gibi korkuyor muyum? Aslinda, kendimden korkuyorum desem daha gercekci olur. Ceketimi, kitaplarimi, masanin uzerinde duran, dudak izlerimi tasiyan kahve fincanini ve –uzgunum- onu oylece birakip firlasam sokaga nasil olur? Yani yalnizligim ve beceriksizligim de oylece kalir mi “café house” da? Yoksa pesimden gelirler mi? Emin degilim. Belki de icimdeki kargasa dinene, beynimdeki laftan anlamaz ve habire aska ucan cumle gecitleri bitene kadar susmaliyim. (Kivanc)

No comments:

Kış dönümü...

Yılların ardından… bir merhaba – uzaklarda kalan kendime de! İçtenlikle...   Yazarım belki bundan böyle. Kapattığım kapılar açılır, küfleri ...