February 24, 2011

denize yaslanan şiir

Bu denizin
çimleri dalgalı
çitleri köpüklü
cam avlusunda
oturur sana bakarım
gemileri sağa yüzdürür
martıları sola uçurur
sana bakarım

biraz mavi biraz yeşil
akşamüstü derin ve narin
kızıl olursun
güzel olursun
bütün bunlar yetmez
denizin cam avlusuna oturursun
ışıkları kapatır
şehirleri susturur
sana bakarım

ne zaman bir şehir denize yaslansa
ellerim kanatlanır
ayakuçlarımdan gözlerime
oradan gözlerine bir nehir akar

bilirim
denize yaslanan şehirlerden
sana gidebileceğimi

denize yaslandıysa bir şehir
hayat kolay dünya güzel
cam avluya oturur
bakışırız...

Kıvanç (İzmir, 10-24 Şubat)

February 21, 2011

Nasıl Profesör Olunur? (2)

Mesut Yeğen (Taraf, 21 Şubat 2011)

ODTÜ Sosyoloji Bölümüne 2006 senesinde yaptığım profesörlük başvurumun reddedilme hikayesini geçen hafta (Radikal İki’de) yazdım. 2008 yazında ODTÜ rektörü değişti. Bunun üzerine 2008 sonbaharında profesörlük için yeniden başvurdum. Sosyoloji Bölümü ve dekanlık başvurumu uygun bulup rektörlüğe gönderdi. Ancak rektörlük, önceki başvurumla ilgili davayı geri çekmediğim takdirde, yeni kadro ilan etmeyeceğini bölüm başkanına bildirdi. Cevaben, rektörlüğün davamı geri çekmem yolundaki talebinin hukuki dayanaktan yoksun olduğunu ve talebim olan kadro açılmadığı takdirde Sosyoloji Bölümünde açılacak ilk profesörlük kadrosuna başvuracağımı bölüm başkanına, dekana ve rektör Ahmet Acar’a bizzat söyledim. Nitekim, 2009 başında Sosyoloji Bölümünde bir profesörlük kadrosu açılması için yazışmalar başladı. Bunun üzerine bölüm başkanına, profesörlük kadrosu talebinde bulunduğumu, bölümün kadro talebi yaparken bu durumu göz önünde bulundurması gerektiğini hatırlattım. Ancak bölüm başkanı Kayhan Mutlu, yazılı olarak, rektörlüğün kendisine “2 aday var ama ben diğer adayı uygun gördüm” dediğini bildirdi ve talebimi reddetti.

Neticede, 2009 Haziranında Sosyoloji Bölümü için bir profesörlük kadrosu ilan edildi ve yasal hiçbir engel olmadığı için ben de başvurdum. Bu arada, bölüm başkanı Kayhan Mutlu emekli oldu ve fakat dekanlık takip eden altı ay boyunca Sosyoloji Bölüm başkanlığı için seçim sürecini bir türlü başlatmadı. Bu durum, ilan edilen profesörlük kadrosu için atanacak jürinin oluşturulmasında Sosyoloji Bölüm başkanlığını devreden çıkardı.

Buraya kadar olan biten ODTÜ yönetiminin mevzuat ve teamüle uymamak yolundaki kararlılığını gösteriyordu. Yasal hiç bir gerekçe olmadığı halde yeni kadro ilan edilmesi için önceki başvurumla ilgili yargı sürecini sonlandırmam istenmiş, bölüm başkanlığına açıkça diğer adayın tercih edildiği şeklinde görüş bildirilmiş ve nihayet Sosyoloji Bölüm başkanlığı seçimi yaptırılmayarak jüri oluşturulmasında bölümün dahil olmasının önüne geçilmişti. Bütün bu durum, neyin yaşanmakta olduğunu yeterince gösteriyordu.


İkinci Dava

Nihayet, rektörlük, 2009 Ekiminde jüri raporlarına atfen profesör olamayacağıma ikinci kez hükmetti. Bu ikinci kararı da yargıya götürdüm. Rektörlükçe mahkemeye sunulan evrak şunları gösteriyor. Başvuru dosyamı incelemek üzere kurulan jüri, önceki başvurumda olduğu gibi Sosyoloji Bölümü başkanlığının görüşü alınmadan oluşturulmuş. Rektörlükçe oluşturulan bu yeni jüride ikisi Boğaziçi, biri Sabancı, biri Bahçeşehir Üniversitesi, sonuncusu da ODTÜ’de görev yapan beş profesöre görev verilmiş.

Bu beş kişilik jüride yer bulan ilk dört üye, profesör olabilmek için gerekli şartları haiz olduğumu bildirmiş, bunlardan biri aynı kadro için başvuruda bulunan diğer adayla benim aramda seçim yapmayı uygun görmemiş, diğer üçü ise seçim durumunda oldukları için diğer adayın ilan edilen profesörlük kadrosuna atanmasını önermiştir. Jüride yer bulan beşinci profesör, ODTÜ Sosyoloji Bölümünden Sencer Ayata ise profesör olamayacağıma hükmetmiştir.

Beş Rapor, İki Kanaat

Dosyamı inceleyip profesörlüğü hak ettiğime hükmeden dört profesörün yazdığı raporlarla Sencer Ayata raporu arasındaki örtüşmezlikler kayda değer. İlk örtüşmezlik biçimsel: Profesörlüğü hak ettiğime hükmeden ilk dört rapor toplam 9 (dokuz) sayfa iken, profesörlüğü hak etmediğime hükmeden Sencer Ayata raporu tek başına 21 (yirmi bir) sayfa. Bu biçimsel örtüşmezlik içerik örtüşmezliğinin de habercisidir.

Profesörlüğü hak ettiğime hükmeden profesörlerin çalışmalarım hakkındaki bazı tespit ve kanaatleri şöyle: “1999′da yayınlanan kitabı, konuya yeni bir kuramsal bakış acısı getirmesi nedeniyle, bir klasik eser vasfını kazanmıştır”; Devlet Söyleminde Kürt Sorunu başlıklı kitabı sadece Kürt sorunu konusunda değil, aynı zamanda kavramsal-yöntemsel açıdan çok önemli bir katkı olarak nitelendirilmelidir”; “iki İngilizce makalesi Türkiye’de belli başlı üniversitelerde verilen bütün siyaset sosyolojisi derslerinde temel okuma listelerinde yer almaktadır”; “the Turkish State Discourse and the Exclusion of Kurdish Identity” başlıklı makalenin Türkiye’de kurt sorununa getirdiği orijinal teorik bakış açısı son on yıl içinde Kürt çalışmalarının istikametini belirlemiştir”; “çalışmaları Türkiye’de Kürt sorunu dendiğinde ilk akla gelen, en önemli ve temel referansları oluşturmaktadır”; “üst düzeyde bilime katkı yapabilecek donanıma sahip bir bilim insanı[dır]”; “Kürt sorununun Türkiye’de sosyal bilimler ışığı altında tartışılmasına önemli katkılarda bulunan saygın bir entelektüeldir”; “yayımladığı bilimsel makale ve kitaplar siyaset sosyolojisi alanında önemli katkılardır”; “Kürt sorunu etrafındaki çalışmaları iyi araştırılmış, derinliğine düşünülmüş katkılardır”; “[çalışmaları] akademik literatür için önemli bir kaynak oluşturmuş, ayrıca üniversite dışı okuyucular için de anlaşılabilir fakat sorumlu ve sofistike bir perspektif geliştirmiştir”.

Burada tekrarlamaktan mahcubiyet duyduğum bu tespit ve kanaatlere karşı profesörlüğü hak etmediğime hükmeden 21 sayfalık Sencer Ayata raporu ise
husumet ve karalamalarla bezelidir. Yayınlarımın büyük kısmının doktora tezimin tekrarından ibaret olduğunu iddia eden Ayata, çalışmalarımın “nicelik bakımından son derece yetersiz, nitelik bakımından zayıf, normatif” eserler olduğunu iddia etmektedir. Ayata raporuna göre, Kürt meselesi üzerine yazdığım metinlerde görülen ve ikinci kitabımın önsözünde bizzat belirttiğim tekrarlar durumu, doktora tezi sonrasında yeni bir şey yazmamış olduğumu göstermektedir.

Bu tespitleri Ayata’nın yayınlarımı belirli bir kasıtla okuduğunu göstermektedir. Kürt meselesi üzerine yazdıklarım doğru düzgün okunursa, doktoradan doçentliğe kadar yazdıklarımın devletin Kürt meselesini 1980’e kadar nasıl algıladığına, doçentlik sonrası yayınlarımın ise bu algının 1980 sonrası biçimlerine ve Kürt meselesinin sadece devlet değil milliyetçilikler, sol ve sıradan yurttaşlar tarafından nasıl algılandığına odaklandığı görülür. Keza, doğru düzgün bir okuma yapılırsa, British Council ve Türkiye Bilimler Akademisinden aldığım burslarla 2002 yılında İngiltere’de yaptığım araştırmaların ardından, esas olarak Cumhuriyet dönemince takip edilen yurttaşlık siyasetiyle uğraştığım ve bu alanda yayınlar yaptığım görülür.

Sencer Ayata, bu türden bir doğru düzgün okuma yapmak yerine, şahsıma karşı geliştirmiş olduğu husumetin çekiciliğine kapılmayı tercih etmiş görünüyor. Öyle ki, hakemli, saygın dergilerde yapmış olduğum ve hem yurt içinde hem de yurt dışında pek çok üniversitede okutulan yayınlarım Ayata’nın nazarında, “sosyolojik hiçbir özelliği olmayan”, “kitap eleştirisi mahiyetinde” yayınlar olabilmiştir.

Bu 21 sayfalık rapora benzer uzunlukta bir karşı-raporla cevap vermeyi başka bir zamana ve zemine bırakıp şunu söylemekle yetineyim. Önceki yazımda Ayşe Ayata ve Feride Acar raporlarına verdiğim cevaplar Sencer Ayata raporu için de aynen geçerlidir. Aslında, Sencer Ayata’yla aynı jüride yer almış olan diğer dört profesörün çalışmalarım hakkındaki tespit ve kanaatleri Ayata raporuna karşı kendiliğinden bir cevap oluşturuyor sanırım.


Olan Biten

2009 başvurumun reddediliş hikayesi de böyle. Hikayenin hem idari hem de akademik veçhesi skandallarla dolu. İdari veçhedeki skandalları bir kez daha sıralamak isterim. ODTÜ idaresi, yasal hiçbir engel olmamasına rağmen yeni bir profesörlük kadrosu açılması talebimi rektörlük aleyhine açtığım ilk davadan vazgeçmem şartına bağlamış; açılan bir profesörlük kadrosuna ben de dahil iki aday başvurmuşken Sosyoloji Bölüm başkanına diğer adayı uygun gördüğünü bildirmiş; oluşturulacak jürinin belirlenmesinde Sosyoloji bölüm başkanının görüşünü almamak için boşalan bölüm başkanlığına altı ay boyunca atama yapmamış; ilgili mevzuat, oluşturulacak beş kişilik jürinin ikisinin üniversite içinden atanmasını öngörürken sadece bir üyeyi üniversite içinden atamış; bu bir üyenin de, Sosyoloji Bölümünde çok sayıda profesör bulunmasına rağmen, bir önceki profesörlük başvurum hakkında olumsuz rapor yazan Ayşe Ayata’nın eşi ve aynı kadroya birlikte başvurduğumuz diğer adayla ortak çalışmaları olan Sencer Ayata olmasına karar vermiş; aynı kadroya birlikte başvurduğumuz diğer adayın profesör olarak atandığı günün ertesi gün Sosyoloji Bölüm başkanlığı seçimlerini yapmış ve bu yeni profesörü bölüm başkanı olarak atamış; diğer adayın, profesörlük başvuru şartları arasında sıralanan öğrenci değerlendirmelerinde ilk yüzde seksenlik dilimde olma şartını karşıladığını gösteren evrakı, istenmesine rağmen, mahkemeye sunmamıştır.

Akademik veçhedeki skandalsa şu: başvuru dosyamı değerlendiren ikisi Boğaziçi Üniversitesinde görevli ikisi de daha önce bu üniversitede görev yapmış dört profesör profesörlük unvanını hak ettiğime hükmederken, ODTÜ Sosyoloji bölümü profesörü Sencer Ayata 21 sayfalık karalamalarla dolu bir raporla profesör olamayacağıma hükmetmiştir.

İki başvurumun ardından enteresan bir akademik tablo oluşmuş görünüyor. ODTÜ’de görev yapan Ayşe Ayata, Feride Acar ve Sencer Ayata profesör olamayacağıma, buna karşılık Boğaziçi Üniversitesinde görev yapan ya da yapmış dört jüri üyesi profesör olabileceğime hükmetmiştir.

Hal budur!

(Bu yazıyı öncekiyle beraber 1 Şubat’ta Radikal İki’ye gönderdim. Editörler her iki yazıyı yayımlamak üzere kabul ettiler. Ancak ilk yazı yayımlandıktan sonra, 17 Şubat günü Radikal İki editörleri bu yazının yayımlanmayacağını bildirdi. Niyesi malum!)

February 13, 2011

Nasıl Profesör Olunur?


(Aşağıda okuyacağınız yazı benim gibi ülkenin batısında doğmuş, büyümüş bir 'beyaz Türk' ün Kürt meselesiyle ilk defa karşılaşmasını sağlamış bir insanın, hocamın, öfkeyle attığı bir çığlıktır. Ne tesadüf, şu anda masamın üzerinde okunmayı bekleyen kitaplarımın içinde en üstte duran 'Son Kürt İsyanı' başlıklı kitabın yazarı da o. / -k. )


Mesut Yeğen (13.02.2011-Radikal İki)


2547 sayılı yasaya göre doçentlik unvanını aldıktan sonra en az beş yıl profe sörlük kadrosuyla ilgili bilim alanında çalışmış ve ilgili alanda uygulamaya yönelik çalışmalar ve uluslararası orijinal yayınlar yapmış olmak gerekiyor. 15 yıl çalıştığım ve profesörlük başvurumun iki kez reddedildiği ODTÜ’nün kriter leri daha yüksek. ODTÜ Sosyoloji bölümünde profesör olabilmek için asgari dört uluslararası, dört ulusal yayın yapmış, en az üç tez yönetmiş, öğrenci değerlendirmelerinde ilk yüzde 80′lik dilimde ve bütün bu alanlardan en az 150 puan toplamış olmak gerekiyor.

Yine mevzuata göre profesörlük başvuruları, ilan edilen kadronun bilim alanıyla ilgili ve en az üçü üniversite dışından olmak üzere, beş profesörden oluşturulacak bir jüriye gönderiliyor. Yerleşik teamül de şu: Rektörlük, başvurunun yapıldığı bölüm başkanlığından 10 profesör ismi isteyip başvuru dosyasını bu 10 isim arasından seçilen beş kişilik bir jüriye gönderiyor.

Mevzuat ve teamül

Doçentlik unvanını aldıktan beş yıl sonra, 2006′da beş uluslararası, 15 ulusal yayın yapmış, sekiz tez yönetmiş, öğrenci değerlendirmele rinde ilk yüzde 80′in içinde yer almış ve toplam 238 puan toplamış olarak ODTÜ Rektörlüğüne kadro ilanı için başvurdum. Rektörlük, dosyamı inceledikten sonra, ODTÜ tarafından istenen şartları yerine getirdiği me hükmederek, Haziran ayında profesörlük kadrosu ilan etti. Ben de başvurdum.

İlgili teamül gereği gelen talep üzerine, zamanın bölüm başkanı Sibel Kalaycıoğlu daha önce de ODTÜ Sosyoloji bölümü profesör lük atamalarında görev yapmış 10 profesörün ismini rektörlüğe gönderdi. Bu aşamaya kadar, her şey mevzuata ve teamüle uygun işlerken tuhaf şeyler olmaya başladı.

Haziran 2006′da ODTÜ’de ilan edilen profesörlük kadrolarının atamaları birkaç ay içinde tamamlanırken, başvurum jüri raporları tamamlan madığı gerekçesiyle bir türlü sonuç landırılmadı, Rektörlükle defalarca konuşup bir sonuç alamayınca, geciktirme işlemi hakkında dava açtım. Bunun üzerine, başvurumun üzerinden 16 ay geçtikten sonra, Ekim 2007′de profesörlüğe atanma yacağım bildirildi. Rektörlüğün bu işlemi hakkında açtığım ikinci dava mucibince mahkemeye gönderi len işlem evrakı, profesörlüğe niye atanmadığımı pek güzel açıklıyor. Özetleyerek aktarıyorum.

İşlemler


Mahkeme evrakından anlaşılan o ki, ODTÜ Rektörü Ural Akbulut başvuru dosyamı Sosyoloji bölümü başkanının önerdiği 10 isim arasın dan seçilecek beş kişilik bir jüriye göndermek yerine bambaşka bir beş kişilik jüriye göndermiş.

Jürinin bu biçimde oluşmuş olması şunları gösteriyor. Başvuru dosyam, mevcut teamül hiçe sayı larak, ikisi emekli olup biri de çalış ma alanı uyuşmadığı gerekçesiyle çekilen toplam sekiz jüri üyesine gönderilmiş, ancak Sosyoloji bölü­münün önerdiği 10 isimden tek bir tanesi bile bu sekiz kişilik jüriye da hil edilmemiş. Yine mevcut teamül hiçe sayılarak, 10 profesörü bulunan ODTÜ Sosyoloji bölümünden tek bir profesör jürimde görevlendiril memiş. Mevzuatın ‘jüri ilan edilen kadronun bilim alanıyla ilgili beş profesörden oluşturulur’ hükmüne rağmen, Sosyoloji bölümü için yap tığım başvuru ikisi siyaset bilimi, biri gazetecilik, bir diğeri de iktisat bölümlerinde görevli dört profesöre gönderilmiş. Başvuru dosyamı de ğerlendiren beş profesörün hiçbiri ODTÜ Sosyoloji bölümü profesör atamalarında daha önce görev yapmamış. Bütün bu hal, başvu ru dosyamı değerlendirmek için oluşturulan jürinin hem mevzuata hem de teamüle aykırı biçimde özel bir mülahazayla oluşturulmuş olduğunu gösteriyor.

Jüri raporları


Mahkeme evrakı, dosyamı incele yen beş profesörden birinin profe sör olabileceğime, diğer dördünün ise olamayacağıma hükmettiğini gösteriyor. Profesör olamayacağıma hükmeden jüri üyeleri şunlar: Ayşe Ayata (ODTÜ Siyaset Bilimi), Feride Acar (ODTÜ Siyaset Bilimi), Mustafa Erkal (İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi) ve Korkmaz Alemdar (Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi). Profesör olamayacağıma hükmeden jüri mensuplarının gerekçeleri özetle şöyle. Ayşe Ayata raporunda iki esas gerekçe öne sürülüyor. İlk gerekçe ye göre, yayınlarım daha çok Kürt sorunu hakkında yazdığım doktora tezimden üretilmiş olup bazı yayınlar birkaç yerde birden aynen yayımla mıştır. İlkiyle bağlı ikinci gerekçeye göre de, yaptığım yayınlar Kürt meselesi üzerine yoğunlaşmış olup yeterince çeşitlenmiş değildir.

Feride Acar raporunun gerekçe leri de benzer. Acar da yayınlarımın birbirinin tekrarı olduğunu ve Kürt meselesi haricinde pek çalışma yap madığımı iddia ediyor, ancak ekliyor: Kürt meselesi haricinde yapmış olduğum az sayıda yayın da hakemli olmayan dergilerde, derlemelerde ve bildirilerde yer almıştır.

İki buçuk sayfalık Korkmaz Alemdar raporu ise ilk iki sayfasında yayınlarımın adlarını sıralıyor, kalan iki paragrafta da (biri hariç) çalışmalarımın doğrudan ya da dolaylı olarak Kürt sorununa ayrılmış olduğunu ve ampirik veriye dayalı olmadığını iddia ederek profesörlük için yetersiz olduğuma hükmediyor.

Etnik kimliğimi, doğum yerimi değerlendirme konusu yapan Mus tafa Erkal raporu ise zatıma ilişkin veciz sıfatlarla dolup taşıyor, Bu veciz sıfatlardan birkaç güzide örnek vereyim: “Etnik asabiyet gösteren”, “ilkel etniklik yapan”, “devlete sa­dakatsiz”, “anti-Türk ve anti-devlet yaklaşım gösteren” vb.

Cevap veriyorum

Profesörlük unvanını hak etme diğime hükmeden jüri mensupları nın gerekçeleri özetle böyle. İlk elden söyleyeceğim şu: Bu gerekçelerin tümü, hepsi birden en hafif tabirle mesnetsiz. Tek tek gideyim.

Yayınlarımın büyük kısmının doktora tezimden türetilmiş olduğu gerekçesiyle başlayayım. Başvu ru dosyamda yaklaşık 20 senedir üzerine çalıştığım Kürt meselesi hakkında yapılmış çokça yayın var, bu doğru. Ama iki doğru daha var, jüri üyelerinin görmekten imtina ettiği. İlk doğru şu: Kürt meselesiyle doğrudan ya da dolaylı ilgisi olmayan dokuz yayınım var: ‘Yurttaşlığın Diyalektiği, Yurttaşlığın Trajedisi’, ‘İmparatorluk: Eksik Bir Manifesto’, ‘Yurttaşlık ve Türklük’, ‘Sendikalar ve Kadın Sorunu: Kurumsal Gele nekler ve Cari Zihniyetler’, ‘Radikal Demokrasiden Liberal Demokrasiye: Geçiş(sizlik)ler’, ‘Tarihsel Mater yalizmden Hegelyan Diyalektiğe, Hegelyan Diyalektikten Postmodern Farka: Orhan Pamuk Romanları’, ‘Türk Tarih Yazımında Türk Tarih Tezi’, ‘Bilginin Sosyolojisi, Sosyolojinin Bilgisi’, ‘Kemalizm ve Hegemonya:?’

İkinci doğru da şu: Kürt me selesiyle ilgili yayınlarımın pek çoğu doktora tezimden türetilmiş metinler değil. ‘Türk Milliyetçiliği ve Kürt Sorunu’, ‘Yahudi Kürtler ya da Türklüğün Yeni Hudutları’ ve ‘Türkiye Solu ve Kürt Sorunu’ gibi yazılarım doktora tezim gibi Kürt meselesi hakkında olmakla bera ber, her birinin ana meselesi dokto ra tezimin ana meselesinden farklı. Bu yazıların, çok değil referansları nın bile incelenmesi, 1994′te kabul edilen doktora tezimde kullanılanın haricinde yığınla yeni malzemeyi kullandığımı gösterir.

İkinci gerekçe ise yayınlarımın yeterince çeşitlenmemiş olduğu. Kürt meselesiyle ilgisi olmayan do kuz yayınım bu iddianın mesnetsizliğini yeterince gösteriyor. Başlıkla rından dahi anlaşılacağı üzere, Kürt meselesinin haricinde yurttaşlık, kadın sorunu, demokrasi kuramları, Kemalizm, edebiyat incelemesi gibi çeşitli alanlarda yayınlarım var.

Feride Acar’ın “Kürt meselesi haricinde yaptığım yayınlarımın hakemli olmayan dergilerde ve derlemelerde yapılmış olduğu” şeklindeki özel iddiası ise açık bir bühtan. Kürt meselesi haricindeki yayınlarımdan bazılan Amme İda resi Dergisi, Sosyoloji Araştırmaları Dergisi ile Toplum ve Bilim gibi hem ODTÜ hem de başka üniversitelerce hakemli olduğu kabul edilen dergilerde yayımlandı. Aynı şekilde, bu çalışmaların bir kısmı da İletişim Yayınlarınca hazırlanan ve başvuru kaynağı niteliğindeki derleme çalış malarda yer aldı.

Öte yandan, rektörlük evrakı Feri de Acar örneğinde ilginç bir duruma işaret ediyor. Dosyamın gönderildiği profesörlerden biri çalıştığım alanda yayınının bulunmadığı gerekçesiyle jüri üyeliğinden çekilirken, aynı du rumda olduğunu rektörlüğe gön derdiği yazısında beyan eden Feride Acar, değerlendirme yapabilmek için ilgili ulusal ve uluslararası literatürü taraması gerektiğini bildirmiş ancak bu beyanın üzerinden bir ay bile geç meden raporunu teslim etmiş, Feride Acar’ın bu kadar kısa bir sürede ve onca işi arasında bu taramayı nasıl gerçekleştirmiş olduğu benim için esrarını koruyor.

İki buçuk sayfalık raporunun iki sayfasında başvuru dosyamdan aldığı yayın listemi aynen aktaran Korkmaz Alemdar’ın biri hariç bütün çalışmalarımın doğrudan ya da do laylı olarak Kürt sorununa ayrılmış olduğu ve ampirik veriye dayalı olmadığı iddiaları da mesnetsiz. Enteresandır, Alemdar raporunda Kürt meselesi haricinde yayınımın olmadığı iddiası, Kürt meselesiyle il gisi olmayan dokuz yayınımın adları yazıldıktan hemen sonra yer alıyor. Bu da iddianın sadece mesnetsizliğini değil, ciddiyetsizliğini de gösteri yor. Alemdar raporunun, çalışma larımın ampirik veriye dayanmadığı şeklindeki ikinci iddiası da ilki kadar mesnetsiz. Çalışmalarımda kullan dığım meclis görüşme tutanakları, anayasa metinleri, kurumsal dokümanlar, gazete haberleri sıra dan ampirik veri kaynaklarıdır ve günümüzde bilimsel araştırmalarda yaygın olarak kullanılır.

Etnik kimliğimi, doğum yeri mi değerlendirme konusu yapıp etnik asabiyet göstermek, ilkel etniklik, devlete sadakatsizlik gibi veciz ithamlarda bulunan Mustafa Erkal raporuna cevap yetiştirmeye çalışmak elbette nafile bir iş. Lakin, şunu söylemeden edemeyeceğim: Aydınlar Ocağı başkanınca ilkel etniklikle itham edildim ya, bu da bana dert olsun!

Kim yetersiz?

Profesörlük başvurumun reddedilmesine dayanak oluştu ran jüri raporlarının çalışmalarım hakkındaki yetersizlik iddialarının mesnetsizliğini gösterebilelim sanı yorum. Akademik performansımın profesörlük için (Feride Acar’a göre doçentlik için de) yetersiz olduğunu öne süren bu dört profesörün akade mik performansına dair enteresan bir notla bitirmek isterim. Başlarken belirttiğim üzere ilgili genel mevzuat profesör olabilmek için uluslararası düzeyde orijinal yayınlar yapmış ol mayı, ODTÜ mevzuatı ise ilave olarak Social Science Citation Index (SSCI) tarafından taranan dergilerde yayın yapmayı şart koşuyor. 2007′de yap tığım tarama, profesör olamayaca ğıma hükmeden bu dört profesörün SSCI tarafından taranan dergilerdeki yayın sayılarını şöyle veriyordu: Ayşe Ayata 0 (sıfır), Feride Acar 0 (sıfır), Korkmaz Alemdar 0 (sıfır) ve Musta fa Erkal 0 (sıfır). Hal budur!

February 10, 2011

Kurtlar Vadisi Filistin ya da: Derin Devletin Sinematografik Aygıtları




Kıvanç Özcan
(altyazı, mart 2011)

Üzerine yazılıp çizilenlere ve sanal ortamdaki tartışmalara bakılırsa geçtiğimiz Ocak ayında gösterime giren Kurtlar Vadisi Filistin, memleket ahalisinin Orta Doğu algısını ‘zenginleştirmiş’ görünüyor. Bu ve benzeri filmlerle yapımcıların gündeme dair kolay tüketilen ajitatif ürünleri piyasa sürüp ceplerini doldurduklarına dair bir çok şey yazıldı. Filmin anti-semitizmi beslediği ve toplumlar arasında düşmanlık tohumları attığına dair yazıları da okumak mümkün. Filmi izledikten sonra eleştirilerin bir çoğuna katılmakla beraber eleştirilerin sadece filmin anti-semitik yaklaşımıyla sınırlanmasının eksiklik olacağını düşündüm. Bu yazı bu eksikliği tamamlamaya küçük de olsa bir katkı sağlamak amacıyla kaleme alınmıştır.

Diğer seanslardaki durum nasıldı bilmiyorum ama film başlamadan önce oturduğum yerden arka sıralara bakıp gözümle saydım. Altı kadın, yaklaşık 100 kadar da erkek izleyici vardı. Filmi beraber izlediğim arkadaşım “onlar da sevgililerinin zoruyla gelmiş gibiler zaten” demez mi.

Film İsrail Devleti’nin katliam yaparak dokuz kişiyi öldürmesiyle gündeme oturan Mavi Marmara gemisinin heybetli görüntüsüyle başlıyor ve İnsani Yardım Vakfı’nın logosuna zoom yapıp geminin içinden görüntülere geçiyor. Dua edenlerin ve örtülü kadınların yoğun olduğu görüntülerle İslami bir referansın çerçevesi çizildikten sonra bu çerçevenin içi “Barış için buradayız, şehit olacağız” gibi söz öbeklerinin aynı cümle içinde kullanılmasıyla dolduruluyor. Filmin genel akışına dair ilk ipucunu Mavi Marmara gemisinin çekimlerinde yakalamak mümkün. Film boyunca yapımcıların mesajı ilk olarak kabaca verildikten sonra bu kabalık ‘tali’ etmenlerle yumuşatılmaya çalışılıyor. Örneğin, yukarıdaki İslami çerçevenin içinde elbette başka yardımseverlere de yer var. Ama figüran (zenginlik?) olarak. Gemi kaptanının sert bir şekilde söylediği ‘rotamız Gazze limanı’, ve yolcuların ‘şehit olma’ hevesleri başka yardımseverlere bu cihat tablosunda figüran olmaktan başka bir seçenek bırakmıyor.

Mavi Marmara Gazze’ye doğru yoluna devam ederken film boyunca göreceğimiz İsrailli-Yahudi kategorizasyonu ile tanışıyoruz. Bilgisayarlar, dev ekranlar ve plazmalarla donatılmış bir labaratuvar görünümündeki askeri karargahtan emirler yağdıran komutan (Moşe) çarpıtılıp karikatürize edilen bir İsrailli (filme göre aslında Yahudi) kimliğinin temelini atıyor. Gemiye düzenlenen operasyonun katliamla sonuçlanmasının ardından filmin esas kahramanlarının (Polat, Memati, Abdülhey) izleyiciyle tanışma vakti geliyor.

İzleyicilere İsrailli askerlerin ağzından korkuyla karışık bir hayranlıkla Türklerin yetiştirdiği özel bir ekip olarak takdim edilen ama aslında kıraathanelerde ya da bar-pavyon kapılarında görebileceğimiz üç ağır abimiz Orta Doğu’daki iktidar ilişkilerinin geriliminden beslenen çarpık bir bölge algısını pekiştirmek ve yeniden üretmek üzere görevdeler.

Kahramanlarımız izleyiciyle tanıştıktan sonra filmin gerçeklikle arasına koyduğu mesafe artık daha belirgin hale geliyor. Örneğin, kahramanlarımız Kudüs’te ellerini kollarını sallayarak gezmekle kalmıyorlar, tartıştıkları İsrail askerine komutanları Moşe’yi öldürmeye geldiklerini de söylüyorlar. İsrail’de araştırma yapmış birisi olarak bunu ucuz bir komedi sahnesi olarak izlediğimi belirtmeliyim.

Filmin üzerinde yükseldiği Türkçü-İslamcı zemin kahramanlarımızın İsrail askerleriyle ilk tartışmasında bir aşağılık kompleksi olarak kendisini gösteriyor. Kudüs’ün göbeğindeki İsrail askerinin inceledikten sonra ‘anlamayarak’ sorduğu “bu hangi ülkenin pasaportu?” sorusunu Polat’ın bir “Türkiye” diyerek yanıtlayışı var ki ancak o kadar olur.

Kahramanlarımızın askerle tartışmaları Kudüs çarşısında otomatik silahların eşlik ettiği bir kovalamacaya dönüşüyor. Çarşıdaki yüzlerce insanın hayatının bir hiç uğruna tehlikeye atılması ise teferruat olarak duruyor. Teferruatın içinde dokuz ölü on yaralı var. Filmde sunulan İsrail’in Birleşmiş Milletler kararlarına pek de uymayan bir ülke olması gibi olgusal gerçekler ‘Türklerin yetiştirdiği özel ekibin” başka bir devletin topraklarında intikam amacıyla katliama kalkışmasını haklı çıkarmıyor. Ayrıca bütün film boyunca işlenen sürü halinde dolaşan Araplar görüntüsü ilk olarak bu kovalamaca sahnesinde karşımıza çıkıyor. Buna aşağıda değineceğim.

Kahramanlarımızın bu kovalamacası filmin asıl mesajını yumuşatmak için işe koşulan Amerikan vatandaşı, kadın, Yahudi, turist rehberini de alarak Filistinli Abdullah’ın dolmuşuna atlamalarıyla son bulur. Kovalamacada gözümüze sokulan şeylerden birisi de kahramanlarımızın attıklarını vuran civan delikanlılar olmaları. İsrail askerleri kahramanlarımızı onca teknolojiye, M-16’lara vs. rağmen vuramazken, bizimkiler bazen beylik tabancalarıyla bazen de ele geçirdikleri silahlarla isabet oranlarını yüzde 98’in altına düşürmüyorlar. Türk’ün tabancasının tek vuruşta becerdiğini Yahudinin makinelisi onlarca saydırmaya rağmen beceremiyor kısacası.

Dikkatli bir okumayla filmin şoförlükle şereflendirdiği Filistinli Abdullah üzerinden aslında çarpık bir Filistinli-Arap algılamasını dolaşıma soktuğunu yakalayabiliriz. Filistinli Abdullah film boyunca kahramanlarımızın ayak işlerine koşan, onların yanında çatışmalara girmek için can atan bir figür olarak sunuluyor. Başka bir deyişle kahramanlarımız Abdullah’ı kendi davasının misafiri yapıyorlar. İsraillilerin ağzından hatırlatılan ‘Araplar çok ürüyor yakında çoğunluk olacaklar’ miti ise bana nedense kahramanlarımızın pekala taşıyıcısı olabilecekleri üreme ve işgal etme ile ilgili başka bir söylemi hatırlattı. Filistinli Abdullah’a dönersek, kahramanlarımızla Abdullah arasında bir Robinson-Cuma ilişkisi kurulduğunu ileri sürebiliriz. Film boyunca kahramanlarımıza ulaşım hizmeti sağlayan Abdullah, İsrail askeri üssünden silah kaçıran Polat’ın ‘nasıl taşıyacağız bu silahları?’ sorusunun cevabı olarak bir anda ekranda gözüküveriyor. Burada küçük bir parantez açmakta fayda var, kahramanlarımızın kendi aralarında da efendi-uşak ilişkisi seziliyor. Hiyerarşik olarak fazla konuşmaması, kısa net soruları, nişancılığıyla ve yakın dövüş sanatlarını icra yeteneğiyle Polat, Memati ve Abdülhey’in hayli üstlerinde bir yerlerde konumlanıyor. Polat’ın ekipteki diğer iki elemanıyla kuruduğu ilişki nedense bana lise yıllarımda sürü düzeni ile reislerinin peşinde okul koridorlarında kabadayılık yapan ‘ülkücüleri’ hatırlattı.

Parantezi kapatıp devam edelim. Filistinli Araplara yönelik kategorileştirme ve karikatürize etme işi Abdullah’la sınırlı değil. Filistinliler filmde polis güçlerine rağmen kendilerini koruyamayan; Polat, Memati ve Abdülhey üçlüsünün yardımlarına muhtaç bir kalabalık olarak yer alıyorlar. Taş atan çocuk kalabalıkları, isabetsiz nişancılar, kuş gibi vurulup ölenler hep Filistinli. Kahramanlarımız ise Filistinlilerin beceriksizliklerini yetenekleriyle kapatmaya çalışıyorlar.

Abdullah’ın ailesi üzerinden anlatılan ama aslında kahramanlarımızın içinden fışkırdığı erkek-egemen aile yapısı da filmde öne çıkanlardan. Kahramanlarımız dışarda cenk ederken evde onları bekleyen Abdullah’ın kadın ve çocuklardan oluşan ailesi ve Amerikalı turist rehberine biraz daha yakından bakalım. Evdeki kadınlar erkek egemen bir bakıştan damıtılan rolleri yüklenmişler. Sürekli olarak yemek yapmakla, örgü örmekle ve çocuk bakmakla meşguller. Eve hakim olan bu hava Amerikalı rehbere de sirayet etmiş olacak ki kendi giysilerini değiştirip geleneksel Arap giysilerini giyiyor. Doğrusunu söylemek gerekirse bu sahnede ‘kızımızın’ şahadet getirmesini beklemedim değil. Heyhat! Arap giysilerini giymesi onu ‘gerçek bir kadın’ yapmaya yetmiyor. Çünkü filmdeki ifadesiyle o çocuklardan ve yuvadan yoksun birisi.

Filmin senaristleri Amerikan pasaportlu Yahudi rehberimizin önce ev ahalisinden Filistinli oldukları için korkmasını sağlayıp sonra ‘biz, bize düşman olanlara düşmanız Yahudilere değil’ cümlesiyle teselli etmeye çalışmışlar. Fakat nafile. Çünkü, filmde İsrail askerlerinin Filistinlilerin evlerini yıkmasını anlatırken “bunların bayramı var, o zaman yıkmaya gelmiyorlar” derkenki “bunlar” sözcüğünün toptancılığı bize başka bir şey söylüyor. Film İsrail askerlerinin dışında görünmez kıldığı Yahudilerin varlığını, çerçevesi “onlar” “bunlar” gibi genellemelerin joker kelimeleriyle çizilmiş bir alanda aşağılayarak hisettiriyor.

Filmin Filistin Devleti’nin karakterine dair nasıl bir arzu içinde olduğuna dair de bir şeyler söylemek mümkün. Kahramanlarımız çatışmadayken İsrail askerleri tarafından evi yıkılan ve yıkım sırasında hayatını kaybeden Abdullah’ın annesi ebediyete uzun bir zikir sahnesiyle uğurlanıyor. Bazı izleyiciler zikir sahnesinin anlamsızlığına vurgu yapmışlar. Buna katılmıyorum. Filmdeki “İslam barış dinidir, mazlumlar hep Müslümanlar, asırlarca İslamiyet sayesinde barış içinde yaşamışız” gibi repliklerle okunduğunda bu zikir sahnesi filmde inşa edilmeye çalışılan İslami bir Filistin algısının yapıtaşlarından birisidir.

Ağır mesaj bombardımanı şeklinde ilerleyen filmin hedefleri arasında Amerika da var. Yukarıda değindiğim Amerikan pasaportlu, kadın, Yahudi turist rehberinin İsrail askerlerinin hoyratlığından nasibini almasının ve kahramanlarımız tarafından korunup kollanmasının altında şöyle bir mesaj yatıyor olabilir mi? Efendimiz Amerika görüyorsun: Yahudi, kendi dininden olanlara bile neler yapıyor sana neler yapmaz. Efendimiz Amerika, İsrail’in yanında durma, Türkiye’nin yanında dur. Bak senin pasaportunu bile takmıyorlar. Efendimiz Amerika bizi kanatlarının altına al.

Amerika’ya yönelik olarak filmin sunduğu ikili bir algılama göze çarpıyor. Birincisi yukarıda belirttiğim ama filmde fazla belirgin olmayan efendi-uşak ilişkisi. İkincisi ise ülkemizde ulusalcı-milliyetçi paranoyaların güç motoru olan Batılıya, Batıdan gelene ajan muamelesi yapan bir algılama. Efendilerini kızdırmamak için dikkatli davranan yapımcılar Amerikan pasaportlu Yahudi rehberin ajanlığına dair şüpheyi Filistinli Abdullah’ın ağzından dolaşıma sokuyorlar.

Filmde kahramanlarımızın korumasındaki turist rehberini saymazsak İsrail askerlerinden ve kötü kapli cezaevi müdüründen başka bir Yahudi ile karşılaşmıyoruz. İsrail askerlerinin hoyratlıklarını Yahudiliğe tahvil etmek için daha kolay bir çözüm bulunamazdı değil mi?

Ancak Ortodoks Yahudilerin azınlıkta kalan bir kısmının rüyalarını süsleyebilecek İsrail’in Fırat’tan Nil’e kadar bütün toprakları Yahudileştireceğine dair hasletin filmde sanki tüm İsraillilerin benimsediği ana akım bir söylem olarak sunulmasına şaşırmamalıyız. Çünkü ırkçılar ve milliyetçiler birbirlerini en arsız, akıldışı yerlerinden tanırlar ve kendilerini de bu akıldışılığa aynı düzlemde cevap vererek yeniden üretirler.

Filmde Yahudilikle ilgili çarpıtmaların içerisine dünyanın baş belası Yahudiler mitinin sokuşturulduğunu da görüyoruz. Afrika’ya mermi satmaya çalışan asker-tüccar karışımı İsrailliler filmin bu amacına hizmet ediyorlar. Yahudilere ilişkin olarak ülkemizde yaygın olan söylemlerden birisi de Yahudilerin güvenilmezliği, herkesi sömürerek zengin oldukları, çok iyi pazarlıkçı oldukları ve para için her şeyi yapabilecekleri iddialarına dayanır. Bu söylem filmin sonlarında Polat tarafından köşeye sıkıştırılan hapishane müdürünün canını kurtarmak adına pazarlığa girişmesiyle izleyiciye hatırlatılıyor.

Alarmist bir haleti ruhiyenin baskın olduğu filmde ‘çaktırmadan’ Yahudiliğin ‘kötülüğüne’ yapıştırılmaya çalışılan görsel etiketler de dikkat çekiyor. İsrailli komutan Moşe’nin Polat tarafından vurularak bir gözünü kaybetmesi (Moşe Dayan’ı hatırlayanınız var mı?) ve artık kullanamadığı gözündeki siyah bantla kötü kapli korsan mertebesine çıkarılarak kötülüğünün pekiştirilmesini bu minvalde değerlendirebiliriz.

Moşe’nin ölmeyip (hay allah) gözünden yaralanması film boyunca Polat’la aralarında süregiden ‘kız kavgasına tutuşmuş iki delikanlının hesaplaşmasını’ andıran durumun lastik gibi uzatılması için işlevsel. (Bu satırları yazarken filmde Polat’ın “Moşe buraya gelsin” bağırışını hatırlayıp gülümsüyorum.)

Arap ve Yahudi kimliklerine ilişkin kategorizasyonlar ve karikatürleştirmelerle ilerleyen film boyunca en çok duyulan ses savaşın o sağırlaştırıcı sesi. Özellikle filmin ikinci yarısında yaklaşık yarım saat boyunca bir tek konuşmaya yer vermeden devam eden çatışma sahnelerinde kullanılan alet edavata baktığımızda (tank, helikopter, roketatar, el bombası) yapımcıların masraftan kaçınmadıklarını görüyoruz. Koyultulmuş savaş sahnelerinin esas oğlanları olan kahramanlarımızın yanında hem İsrail askerleri hem de Filistinli gençler kurşun yemek, havaya uçmak ve ölmek gibi figüratif işleri yapıyorlar.

Fakat savaş sahnelerinde cömertçe kullanılan teknoloji iyi bir film üretmeye yetmemiş. Son derece zayıf oyunculuk, niyetin ‘kötü’ zihniyetin islamo-faşist olması ile birleşince özellikle savaş sahneleri Cüneyt Arkın filmlerinin bir potpurisine benzemiş. Film, şiddetin kullanımına ilişkin olarak içe dönük ama üstü örtük bir güzelleme yapmayı da ihmal etmiyor: “Şiddet politikasının bizimle bir ilgisi yok, gerçek bir ordu bunu asla benimsemez.”

Ucuz Amerikan filmlerinde bile iyi ve kötü arasındaki mücadelede “kötü”nün biraz alan kazanmasına izin verilir sonra “iyi” onu zorlukla da olsa yener. Film böylece ortalama izleyici için heyecanlı hale getirilir. Kurtlar Vadisi Filistin’de ise “iyi” olarak gözümüze sokulanlar doymak bilmez bir atak içerisindeler.

Gerçekliği ıskalarken tereddüte düşmeyen söz konusu film milliyetçi-devletçi refleksleri ve Türk-İslam sentezinin son dönem Orta Doğu algılamasını göstermesi açısından önemli. Filmin ülkemizdeki derin devletin aslında hepimizin bildiği algılamasını ve tercihlerini ülke dışındaki coğrafyalara taşımasını da kayda geçirelim.

Filmin isminde Filistin’i görüp aldanmamak lazım. Bu filmde ne Filistin meselesine ne de meselenin Filistinliliğine ilişkin bir anlatım var. Ülkemize özgü bir milli hassasiyet inşaatına farklı kimlikler arasında hiyeararşik ilişkiler kurarak nefretli bir harç katan, bunu yaparken de gerçeklikle arasına mesafe koyarak komplo teorilerinden medet uman bu film, hem Filistin’de hem de İsrail’de barış için mücadele eden insanları bilinçli olarak yok sayıyor. Bu ve buna benzer filmlerin kışkırtmalarına karşı uyanık olmalıyız.

(Bu yazı altyazı dergisinin Mart 2011 sayısında yayımlanmıştır.)

February 7, 2011

Birkiii... Üç, dört!



kuzeyde bir gece...

Neonlar nasıl da uzuyor
camdaki yüzüm
karların arasında kayıyor
yalazlı yaram
karları tüketiyor

Uçtum kaçtım
sınırlar aştım
yalanların en beyazıyla
içimdeki demirden
gerçeğe vardım

Sordum sordum
yollar bitti
bittim
dizlerine vardım

Boğazımdaki yıllanmış demiri
çıkardım önüne koydum!

Dağların arasında güneş varmış
şaşkınlığının arasından gülüşün gözükmüş
yoko ono ağacındaki kelimelerim yere dökülmüş

Şimdi gözlerimdeki soruyu dinle:

Önüne serilmek için kendimi vurup da geldim
içimdeki hayalinle ölmektense
mesafeli nezaketinle mi çürüyeceğim?

Kıvanç

(Atlas Okyanusu-Istanbul-Izmir, 30-31 Aralik 2010 - 1 Ocak 2011)
Fotoğraf: Transformation: Lights to sea (Toronto)

February 2, 2011

LÂL

Belki aylarca susarım
elim ellere değer
yollar nasıl da uzar
anımsamanın kış uykusuna giderim
o amorf, gri topraklara

Dilimin lâl
kalemimin sel olduğu yere

Ama dönerim elbette
kaçmaları gitmelere bırakır
karların üzerine çöller nakşettiğim yere:
kuzey bahçelerine
bir gün dönerim


Kıvanç
(Ocak2011-Izmir)

Kış dönümü...

Yılların ardından… bir merhaba – uzaklarda kalan kendime de! İçtenlikle...   Yazarım belki bundan böyle. Kapattığım kapılar açılır, küfleri ...